G20 ve küresel yapısal kriz

2014 G20 Brisbane toplantılarına katıldığımızda şu satırları yazmıştık: “Küresel anlamda milenyumun başından beri bir geçiş dönemi yaşıyoruz. Bu tespiti yapmayı mümkün kılan ekonomi-politik ve siyasal kırılmalar artık aşikâr hale gelmiş durumda. Kapitalizmin, Kuzey açısından zaman zaman ‘sonbahar’ olarak da adlandırılan ve en renkli yılları olarak kayda geçen 1990’lar sonrası, yapısal bir kriz döngüsü farklı formlarda kendisini hissettirmeye başladı. Yaşanan kısır döngüyü kıracak iki unsur bulunuyor. Birincisi, ilan edilmemiş Kuzey-Güney ekonomik geriliminin nasıl yönetileceği, önümüzdeki yıllarda modern dünya sistemindeki maliyetlerin şiddetini belirleyecektir. İkincisi ise II. Dünya Savaşı düzeni içerisine inşa edilmiş küresel farz edilen kurumların güncellenmesi.” 

Geride kalan bir yılda, yukarıdaki genel ve yapısal çerçevede bir değişim olmadığı gibi, yaşanan kriz her geçen gün daha da görünür hale gelmeye başladı. Paris’teki saldırıların hemen ardından toplanan G20’nin gündemi de ister istemez ekonomi ağırlıklı olması gerekirken, mevcut siyasi krize yönelmek zorunda kaldı. Lakin bu yeni gündemin konjonktürel olmaktan çıkıp yapısal hâle dönüşmesi hem G20 ülkeleri hem de küresel sistem açısından kolay bir çaba değil.

Yeni milenyumla birlikte neoliberal yaklaşımın zafer sarhoşluğu içerisinde ilan ettiği ‘sınırsız küresel’ düzlemin üzerine oturduğu yapının marazları tedavi edilmeden, yapısal krizlerin ortadan kalkması gerçekçi görünen bir hedef olamayacaktır. Küresel kapitalizmin mal, sermaye ve emeğin ‘sınırsız’ dolaşımı iddiası büyük ölçüde klişe olmakla beraber, bu iddianın, Kuzey’in ekonomi-politik kazanma eksenine uyumlu olduğu ölçüde hayata geçirilebileceğine inanıldı. Lakin bu kısmıyla bile küresel -serbest- dolaşımın hayata geçemediği önce DTÖ içerisinde yaşanan gerilimle, sonrasında ise mali piyasalarda yaşanan krizle ortaya çıkmış
oldu. Bütün bu sorunlu yapıya rağmen, küresel dolaşımın belli ölçüde, krizlerini de sisteme dâhil ederek gerçekleştiğini tespit etmek gerekiyor.

Öte yandan, ekonomi-politik tartışmanın dışında kaldığı ‘farz edilen’ siyasi krizler de bu dolaşıma dâhil oldular. Aslında bu, sistem tarafından hiç tahmin edilemeyen bir sorun alanı da değildi. 11 Eylül’ün ardından yaşanan Afganistan ve Irak işgalleriyle birlikte, yeni kriz sıçrama analizleri de ciddi şekilde yapılmıştı. Büyük ölçüde tespitlerden ibaret olan ve sorunların yapısal çözümüne neredeyse hiç yaklaşmayan yeni bir siyasetsizliği önerse de, yeni milenyumun siyasi kriz unsurlarının tarif edildiğini görmüştük. Bunların başında, ‘zayıf halkalar’ olarak tarif ettikleri devletler ya da kriz bölgelerinden ortaya çıkan sorunların küresel sirayet etkisinin nasıl yönetileceği sorusu geliyordu.

Mezkûr sorulardan yola çıkılarak yapılan analizler, tespit kısmında oldukça ciddi ve tutarlı iken, çözüm önerileri ise o denli muğlak ve sorumluluktan uzaktı. Kabaca, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana Kuzey ekseninde ulus devletlerin ağır ve konvansiyonel savaşlara girmediği tespit edilerek, yeni tehdidin büyük ölçüde zayıf devletlerin sebep olduğu krizlerin sınırları aşarak farklı bölgelere sirayet etmesi olarak tespit edilmekteydi. Bu yönüyle, artık dünyanın herhangi bir yerinde ortaya çıkan siyasi kriz, iç savaş ya da devletlerarası savaşın sadece sıcak krizin veya çatışmanın doğrudan ana aktörü olanları ilgilendirmediği, aynı şekilde siyasal bir tsunami ile çok farklı bölgelerde deprem etkisi yaratabileceği ortaya çıkmış oldu.

Bu durum, Arap Baharı’nın domino etkisinde olduğu gibi aynı ekosistem içerisinde kriz dolaşımı ya da ihracatı değil, bambaşka ekosistemlere de kriz transferi kapasitesini artırdı. Başka bir ifadeyle, krizin çıktığı yer artık krizin sadece ‘ilk durak yeri’ olarak kalmakla birlikte, zaman içerisinde farklı bölgelere de sirayet edebilmektedir.

Yaşanmakta olan kriz, ya kısa vadeli bir yaklaşımla krizin sirayet etkisini sınırlamak için salt güvenlikçi bir perspektifle ele alınacak ya da yapısal bir müdahale ile Kuzey’in küresel sermaye demokratikleşmesini sindirme kapasitesini artırırken, küresel kurumların da güncellenmesi ve daha eşitlikçi olmasının önünü açacaktır. Bu noktada yapılacak tercih, bundan sonraki kriz sirayet etkisini de belirleyecektir.