Galata Bankerleri ve kazananların isyanı

Osmanlı İmparatorluğunun sömürge merkezi neresiydi? Şüphesiz aklımıza ilk olarak ecnebi bankerlerin barındığı GALATA gelir.

Bir avuç finansal oligarşinin, tüm koca imparatorluğun canına okuduğu merkezin adıydı Galata.

Galata’dan başlayıp Taksim’e ulaşan Beyoğlu için Liman Von Sanders anılarında şöyle söylüyor: “Şimdiye kadar düşman olan askerlerin İstanbul’a gelişi karşısında Beyoğlu bir Türk şehrinden ziyade bir Yunan şehri manzarası arz etti. Bando ile geçen itilaf devletleri birliklerinin önünden şehrin sakinlerinden gruplar yürüyor, sevinçlerini göstermek için askerlere çiçek atıyor, büyük bir gürültü koparıyorlardı. Bütün bu göstericilere, harp boyunca ülkenin başkentinde hiçbir sataşma olmaksızın tahammül edildiğini göz önüne alan kimse, bu gösterilerde büyük bir vakar olduğunu iddia edemez.”

Birinci Dünya savaşını kaybeden Osmanlı İmparatorluğu, aslında ilk olarak ekonomik savaşı Galata Bankerlerine kaybetmişti. Üç yıl önce Çanakkale’de düşman askerlerine geçit vermeyen bu imparatorluğun bankerler semtinde, şimdi düşman askerleri coşkuyla karşılanıyordu.

Osmanlı İmparatorluğu ne zaman ki elini finansal oligarşiye kaptırmıştır; yıkılma süreci de o derece hızlanmıştır.

Ne zaman ki bankerler rahatsız edilmiştir; o zaman şehirde isyanlar, ayaklanmalar baş göstermiştir.

Dışarıdan bakınca sanırsınız ki rahatsız olan halk isyanları vardır; oysaki asıl gerçek bu isyanlar ile bankerlerin çıkarlarının korunmasıdır.

Aradan yıllar geçmesine rağmen bugün görüyoruz ki; değişen bir şey olmamış.

Sistem aynı şekilde işliyor. 

Ne tesadüf ki isyan merkezi ve çıkarcı merkez aynı yerde duruyor.

***

Türkiye ekonomisinin temel süreçlerini yeniden hatırlamamız gerekiyor. Çünkü bu yolda ki çabalarımızın ve başımıza gelen belalarımızın bir anlamı olmalıdır.

2001 krizinin ardından uygulanan IMF programı üretim süreçlerini kısıtlayıcı ve finansal oligarşiyi besleyici özelliklere sahipti. Nitekim bugün ülkemizde reel sektörün üretim ve kâr oranları görece gerilerken, mali sektörün kâr oranlarındaki artışı dikkate şayandır.

Eski adı ile bankerlerin şimdiki adı ile bankaların kârı tarihte görülmedik miktarda yüksektir. Fakat ortada sadece faiz oranına bağlı yanıltıcı bir bakış vardır. Oysa asıl sorun sistemin FAİZ piyasasına bağlılığıdır.

Faizin oranı ikincil sorundur.

Türkiye’de yıllardır kumarhane olarak görülen ortaklık piyasası, yerlilere kapatılıp kuralsızlaştırılarak yabancılaştırıldı. Bu yolda 2004-2006 yıllarında çok yoğun bir mücadele vermiş ve piyasadan uzaklaştırılmış olmam manidardır.

O yıllarda 28 Şubat sürecine benzer şekilde, hakimler SPK tarafından Aracı Kuruluşlar Birliğinde brifinge alınıp, yerlilere ceza verilmesi telkininde bulunuldu. Bu telkinlerin sonucu payıma 3 yıllık bir hapis cezası çıktığını daha önceden de yazmıştım. Ne kimseden çıt çıkmış, ne de bir yetkili sorunun üzerine gitmişti.

Bir tek sonraki dönem Yeni Şafak Gazetesinde yayın yönetmenim olan Yusuf Ziya Cömert’in beni sonuna kadar dinleyip, girişimlerde bulunduğunu not düşmeliyim.

Sonuç olarak ortaklık piyasası çalıştırılmayan ülkemizde, maalesef ekonomi sadece FAİZ piyasasına terk edilmiş oldu.

Kredi piyasası 10 yıl önce milli gelirimizin sadece yüzde 10’u ederken, artık faizli piyasa milli gerimizin yüzde 50’sini aşmıştır. Yatırım ve büyüme için tek yol kredi kullanmaktan geçmektedir. Hatta tüketimi artırmanın yolu da geliri artırmak değil, krediyi artırmak olarak tarif ediliyor.

Borsa ise hala katılımsız ve paylaşımsız bir kumarhane görüntüsünde ve yabancı hakimiyetindedir. Borsada tek değer artışı endeks üzerinde gerçekleşmektedir. Ne katılımcı sayısında ciddi bir artış vardır, ne de yeni ortaklıklar ile özel sektörün büyümesine bir katkı sağlanmaktadır.

Son fırsat yeni ticaret kanunu ise sermaye baronlarının isteği doğrultusunda değiştirilince, ortaklık piyasası fırsatı da bitmiş oldu.

***

Aslında ekonomik sistemimizin sadece faiz piyasasına bağlı bırakılışının faturasını bizler 2008-09 krizinde çok acı tecrübe ettik. Krizi, “teğet geçti” algısına büründüren sadece finansal dalgalanmanın 94 ve 2001 krizlerine göre sınırlı kalışıdır. Oysa 2008-09 krizinde faizlerin sadece yüzde 25’lere çıkması bile sanayimizin çökmesine yetmiştir. 2008-09 krizinde reel sektörün çöküş oranı 2001 krizinden yaklaşık yüzde 50 daha fazladır.

Daha dört yıl önce yaşadığımız bu acı tecrübeyi nasıl unutabiliriz. Bankaların kredi musluklarını kapatışını, kredileri geri çağırışını ve toplu işçi çıkaran tek sektör oluşları ile ekonomik algıya balta vuruşlarını…

Bankalara ve bu ekonomik olmayan tutumlarına karşı savaşımın sonucunu ise işimi kaybederek ödedim.

Hem de bir bankanın reklamı karşılığında.

***

Bugün Türkiye’nin Yunanistan, İtalya ve özellikle İspanya’dan çok ders alması gerekiyor. Bu ülkelerin ortak özelliği silahlı GLADİO tasfiyelerinden sonra uygulanan ekonomik modeller yüzünden çıkmaza girmeleridir.

Bizim ders almamız gereken çok ders var. Mesela o kadar özelleştirmeye rağmen hala devletçiliğin bu kadar ısrarla sürdürülmesi ve kamu-özel maaş makasının devlet lehine hızla artışını görmemiz gerekiyor. Özel sektörün üzerindeki bir ücret politikası ile devlet memurluğu ve bürokrasi yeniden eziyet noktasına gelmiştir.

Ülke genelinde ise çalışanın az kazandığı ama çalışmayanın daha çok kazandığı bir ekonomik modeli uygulayarak geleceğinin parlak olduğunu nasıl söyleyebiliriz.

Özel sektörde özellikle dış bağımlılığı yüksek tekel piyasasına benzer sektörlerin yüksek kârlılığına karşın, özgün üretimli ANADOLU SERMAYESİ ve KOBİ’ler sürekli kan kaybediyor. Bu üretim süreçlerinin bankalar ve krediler yolu ile şekillendirilmesine serbest piyasa gözü ile bakanlar yıllar sonra ne kadar büyük yanılgıda olduklarını göreceklerdir.

Hele hele sanayisini ucuz işçilik üzerine oturtan bir ülkenin 2023 hedeflerine ulaşacağını nasıl söyleyebiliriz.

Zaten bunu bugün söyleyenlerin başına bin türlü belaların gelişi sanırım izah edilmesi gereken bir başka noktadır.

***

Türkiye, son 10 yılda güçlü siyasal önder liderliğinde kurduğu siyasal istikrar sayesinde 400 milyar dolara yakın yabancı sermaye çekmiştir. Bugün gösterilerde tek hedefin bu liderin sadece kendisi oluşu önemlidir.

Lakin ülkeye gelen bu sermayenin yatırım ve üretim yerine büyük oranda ithalata bağlı tüketime yönlendirilmiş olması da neden sorgulanmaz

Adaletli bir ekonomik kalkınma modeli yerine, sadece göze hoş gelen tüketime bağlı ekonomik büyüme modeli uyguluyoruz. Bu modelin toplumsal sorunları gün yüzüne çıkmayışını daha ne kadar görmezden geleceğiz.

Belki de kurgulu Gezi gösterileri gibi olaylar, halkın gözünde gerçek sorunları bastırarak iktidarı daha da güçlendirmektedir.Ama bu tür temel sorunların birikimi ilerleyen yıllarda sorun potansiyelini bitirmeyip, tam tersine artıracaktır.

***

Bu konuda birkaç örnek vermek isterim:

Yıllar önce Uzel Traktör Fabrikası bir finansal operasyonla yok edilip yaklaşık 2 bin işçiyi kapı önüne koyulmuştu. Binlerce işçinin işini kaybettiği o sürecin önemli aktörünün bugün ‘akil İnsan’ olduğunu görüyoruz.

Yine aynı olayda işçilerin işini kaybetmemesi için verdiğim mücadelede karşıma dikilen ve aleyhimde gösteri yapan TÜRK-METAL sendikasını vardı. Bu işçi sendikası işçi hakkı savunan bir yazar olarak beni protesto ederken Mustafa Balbay’a aylık 20 bin lira ile yazı yazdırdığını nasıl okumalıyım.

Devrimci geçinen Devrimci İşçi Sendikası DİSK, İstanbul Sermayesi olarak tanımladığım TÜSİAD ile kol kola verirken “bu nasıl birlikteliktir, göreviniz işçi hakkı savunmaktır” diyen beni bir bildiri ile kınayışını nasıl anlayabilirim.

Sonra da biliyorsunuz ki bu sendika işçi hakkı diye Taksim’e yürüyüş düzenliyor. Ben artık bunları bir komedyen olarak görüp ruhumu yatıştırmaya çalışıyorum.

***

Bugün bana ülkemde nasıl bir baskıcı yönetim var diye soracak olursanız tereddütsüz cevabım ‘vahşi sermaye baskısı’ olacaktır.

Günde 3-4 kişinin iş kazası ile hala ölmeye devam ettiği bir ülkedeyiz. Hala çalışanlara yıllarca maaş verilmeyen bir ülkedeyiz. Mahkemeleri paralı ama şirketleri haksız kazançlarla kasalarını dolduran bir ülkedeyiz.

Yıllardır bu sermaye şekillenmesinin en ücra kurumlarına kadar yanlış olduğunu izah etmeye çalışıyor ve bu yolda kendimce bir mücadele içerisinde bulunuyorum. Siyasal gerekçelerle işlerini kaybettiği iddia edilenlerin uğruna ortalığı ayağa kaldıranların sermaye baskısı ile işini kaybedenlerin yanına bile yaklaşmadığı bir ülkedeyiz.

Bir bankanın aleyhine yazı yazdı diye aynı bankanın reklamı karşılığında işten atılan gazeteciye sahip çıkılabildi mi?

Oysa bir çok gazeteci ve yazar, hala büyük şirket ve holdinglerin maaşlı maşası olarak ahkam kesiyor bu ülkede. Hem de birçoğu sosyalist devrimci kisvesine bürünmüyor mu? Asıl zoruma da giden bu ikiyüzlülükleri oluyor.

Devrimci meydanlarından ertesi günü patron uçaklarına binilebiliyor ve patron sözcülüğüne dönüşülebiliyorlar gazetecilikleri.

K.Marks’ın kemiklerini sızlatmayın bari.

***

Reklam piyasasına bakınız.

Yıllar önce “rüşvet yerine reklam olmaz mı” diye yazmıştım. Sermayedarların şirket reklamları ile medyayı dizayn edişini hala hayretle izliyorum.

Gazete sayfaları halkı hiç ilgilendirmeyen şirket haberlerinden geçilmiyor. Ne bir sosyal olay, ne bir toplumsal soruna sayfalarda yer veril(e)miyor.

İşin en iğrenç tarafı ise kadın bedeni üzerinden reyting oluşturup reklam alınıyor bu ülkede. Aynı kesim medya ise sonrada çıkıp kadının cinsel obje algısının ne kadar vahim olduğunu utanmadan yazabiliyor.

Kısaca ülkemde siyasal sorun algısı öne çıkartılıp gerçek sorunlar sürekli gizleniyor.  Siyasal baskı denilip sermaye baskısı örtülüyor.

Maalesef kazananların hep Galata Bankerleri olduğu bu ülkeyi değiştiremedik.

***

Ak Parti kurmaylarının kendilerine sorması gereken bazı sorular olduğunu düşünüyorum. Öncelikle son olaylarda sokağın tepkisi ölçülürken ekonomik olarak kaybedenlerin desteklediği bir parti durumunda olmak, iktidar partisi için önemli bir sorun olsa gerek.

Bugün Ak Parti seçmeninin aynı zamanda Ak Parti iktidarında en az kazanan kesim oluşu bir çelişki değimlidir. Veya sokağa çıkan ve sokağa çıkanları destekleyen büyük kapitalist burjuvanın Ak Parti iktidarında en fazla kazanan kesim oluşu nasıl izah edilebilir.

Çözülmesi gereken nokta NANKÖRLÜK ötesi daha yapısal ve daha derin bir durumdur. Umarım Gezi sonrası sorunların çözüm yöntemi, bir çevre düzenlemesi olarak kalmayıp iktidar partisinde bir çerçeve düzenlemesine dönüşür.

Sahi Ak Parti daha ne kadar kaybedenlerin partisi olacaktır.