Vahdettin İNCE
Vahdettin İNCE
Tüm Yazıları

Garpzedelerin itibar sefaleti


Bir milletin, bir medeniyetin en hassas, en dinamik kesimi hiç kuşkusuz âlimlerdir, aydınlardır. Onlar toplumların gözü kulağı mesabesindedirler. Muhtemel gelişmeleri, toplumu bekleyen kısa ve uzun vadeli tehlikeleri, varlığına yönelik tehditleri henüz gerçekleşmeden, herkesten önce onlar sezerler. Bu sezgilerine dayanarak yöneticileri önceden uyarır, gerekli önlemlerin alınmasını sağlarlar. Bazen de tarihin seyri içinde toplumların kaçınılmaz olarak geçtikleri sosyolojik evreler bağlamında karşılaşılan durumlara cevap niteliğinde çözümler üretirler.

Bütün İslami ilimlere dair eserlerde herhangi bir ilmi disiplinin amacı ile ilgili olarak mutlaka bu değerlendirmeyi destekleyen bir açıklamaya yer verilir. Örneğin kelam ilmine dair herhangi bir eserin başında "İslami fetihlerden sonra İslam devletinin sınırları genişledi, çeşitli kültürlere mensup milletler İslam dinini kabul ederek ümmetin arasına katıldı. Bu insanlar doğal olarak eski inançlarından, kültürlerinden, geleneklerinden bazı kalıntıları Müslüman fikir dünyasına taşıdılar. Bunun neticesinde Müslümanlar ilk dönemlerde karşılaşmadıkları çeşitli sorulara cevaplar, türlü düşünsel sorunlara ilişkin çözümler bulma arayışına girdiler. Kelam ilmi bu arayışlara bir cevap olarak doğdu" benzeri bir açıklamanın yer aldığını görebilirsiniz.

İlim adamlarının, aydınların bu öneminden dolayıdır ki bir milletin, bir medeniyetin muhtemel tehditlere hazırlıksız yakalanmasını isteyen düşmanları da, ilk önce sezgileri güçlü olan bu kesimleri bir şekilde malayani şeylerle oyalamak suretiyle devre dışı bırakmayı hedeflerler.

Edward Said'in "Oryantalizm" adlı eserinde "Şark hakkında yargılarda bulunan, Şark hakkındaki kanaatleri onaylayan, referans olan, Şarkı tasvir ve tedris eden, onu kendi anlayışına göre bir yere konumlandırıp yöneten, kısacası ona hâkim olan, onu yeniden kuran, onun amiri olan Batı'nın kurduğu bir müessesedir " dediği Oryantalizm (Müsteşriklik) de bu tanımda işaret edilen amacını gerçekleştirmek için ilk olarak bu kesimleri hedef almıştır.

Oryantalistler ilk olarak İslam âlemine toplumların dinsel, mezhepsel, etnik, dilsel özelliklerini merak eden araştırmacılar kılığında geldiler. Gayet masumane bir adımdı. Müslüman âlimlerin ilgisini çekmeleri son derece doğaldı bu yüzden. Söz gelimi İslam coğrafyasında herhangi bir bölgeyi araştıran bir oryantalistin mutlaka ona yol gösteren, çeşitli konulara ilişkin merakını gideren yerli bir âlim dostu vardır. Örneğin Rus Kürdolog Aleksandr Jaba'nın en büyük kaynağı Mela Mahmûdê Bazîdî idi. Fransız müsteşrik (oryantalist) Henry Corbin de Allame Muhammed Hüseyin Tabatabai ile yakın dosttu. Müslüman âlimlerle kurdukları bu ilişki kuşkusuz onların işlerini kolaylaştırıyordu. İşlerine yarayacak malzemeler kendiliğinden akıyordu bir bakıma. Sonra bu bilgileri alıp üniversitelerinde ilmi disiplinlere dönüştürdüler. Bir kere Müslüman milletlerin dinsel, mezhepsel, etnik, dilsel bütün inceliklerini öğrenmişlerdi. Toplumların zayıf ve güçlü taraflarını biliyorlardı. Bu bilgilerle besledikleri ilmi disiplinlerini ordularının önüne koydular ve onlar da bu bilgiler kılavuzluğunda İslam dünyasını işgale koyuldular.

Bu ikinci aşamada Müslüman âlimlerin dikkatini işgalden başka bir tarafa çekmek için oryantalistler Müslümanların son derece hassas oldukları konulara değinen açıklamalar yapmaya başladılar. Deyim yerindeyse âlimlerin bam tellerine dokundular. Örneğin Peygamberimizin eşlerinin sayısını, daha özel bir konu olarak Hz. Aişe'nin yaşını, evlatlığından boşanmış Zeyneb bint Cahş ile evlenmesini veya birden fazla kadınla evlenmeye ruhsat verilmesini dillerine doladılar. Doğal olarak âlimler dini savunmak refleksiyle bunlara karşı harıl harıl reddiyeler yazmaya başladılar. O sırada İslam coğrafyası hallaç pamuğu gibi atılıyordu, her tarafı işgal ediliyordu, yer altı, yer üstü zenginlikleri talan ediliyordu, petrol yatakları tespit edilip çıkarılma hazırlıkları yapılıyordu. Sorun değildi, neticede âlimlerimiz dinlerini kahramanca savunmuşlardı!

Müslümanların zaafını tespit etmişlerdi bir kere. Mesela herhangi bir zaman diliminde durduk yere Müslüman ilim ortamına modern zamanlarda İslam dünyasını hangi anlayışla yöneteceksiniz diye bir soru atıyorlardı. Derhal Hindistan'dan, Mısır'a, Bağdat'tan İstanbul'a eli kalem tutan herkes devlet yönetimine ilişkin "tarz-ı siyaset" bulmanın peşine düşüyordu. Osmanlı uleması, münevveri "üç tarz-ı siyaset"le meşgul iken Balkan savaşları patlak veriyor ve neredeyse bütün balkanlar elden çıkıyordu. Ulemamız, aydınlarımız uygulamaya hazır bir siyaset tarzı bulmanın coşkusunu yaşıyordu o sırada. Sorun şu ki, tarz-ı siyaseti uygulayacak bir zemin kalmamıştı artık.

Birinci cihan harbinde İstanbul'un işgal edilmesinin öncesinde Anglikan kilisesi İslam dünyasına yukarıda oryantalistler tarafından ortaya atılan sorulara benzer bir takım sorular içeren bir bildiri yayınlamıştı. Yine dünyanın dört bir yanındaki Müslüman âlimler savunma refleksiyle reddiyeler yazma kuyruğuna girmişlerdi. Öfkelerini iyice dindirdikten, enerjilerini tamamen tükettikten sonra hilafetin başkentinin işgal edildiğini görmüşlerdi ama iş işten geçmişti.

Strateji aynı olsa da bugünkü süreç yukarıda değindiğimiz şekilde gelişmiyor. Bir önceki yazımızda belirttiğimiz gibi Oryantalistler doğrudan meseleye müdahale etmiyorlar artık. Çünkü İslam dünyasında ulema, oryantalistlerle kurdukları ilişkide her seferinde kaybeden taraf olmanın kabahatini kendi aymazlığında arayacak yerde doğrudan doğruya dinin kendisinde arıyor. Ulemanın kendisi bizzat garpzededir artık.

Bu yüzden son yıllarda bazı hocaların, aydınların tarihsellik, geleneksellik, modernlik... şu veya bu isim altında dinimizle, dinimizin pratiği ile ilgili suçlayıcı değerlendirmelerine cevap yetiştirmek için uğraşan ilim ehlinin dikkatli olması lazım, bir yerlerde bir parçamız koparılıyor olabilir.

Aslında tarihsel hezimetin kabahatini kendilerinde arayacaklarına dinde arayan bir kısım garpzede hocaların bir an önce ilimlerini başlarına almaları gerekir. Yoksa bu self oryantalizmle gidecekleri fazla bir yer yoktur. Değilse, gümrüklerinde itibar sefaleti yaşadıkları Batılılardan şikâyet etmelerinin bir faydası olmaz.