Vahdettin İNCE
Vahdettin İNCE
Tüm Yazıları

Gelenekler çift; birinden nur akar, birinden kir

Maalesef bir kısım hocaların toplumu ayakta tutan İslami geleneklerle, geleneksel kurumlarla kavgaları bitmiyor. Gün geçmiyor ki asırlardır Firavunî sistemlerin üzerinden silindir gibi geçtiği gariban İslam milletinin tevhitle bağını kuran son kalelerinin duvarlarında bir gedik daha açmaya kalkmasınlar.

Son günlerde "İslamî sandığınız gelenekler, geleneksel kurumlar, hukuk sistemi, Fıkıh, Şeriat, Bedevî Arap örfünden (!) başka bir şey değildir. Bunlar geridirler, geri bıraktırıcıdırlar, eskimişler. Bunların yerine evrensel, çağdaş, yeni değerleri benimsemek gerekir" gibi ipe sapa gelmez sözler ediyorlar. Bir şey değil de bu çürük ipe sarılan zavallıların olması insanı kahrediyor. Demokrasi, laiklik, reform, modernizm, değişim, ilericilik, çağdaş hukuk sistemi gibi ambalajlarla topluma önerdikleri değerlerin, Arap örfü diye küçümsedikleri (aslında vahyin evrensel prensipleriyle şekillenmiş) geleneklerden zaman bakımından en az bin yıl daha geri, daha eski olmanın ötesinde, putperest, ilkel, sapkın Yunan, Roma geleneğinin ta kendisi olduğu gerçeği kimsenin büyülenmiş aklına gelmiyor. "Yahu Arap örfü dediğiniz gelenek bu önerdiklerinizden daha taze" diyen çıkmıyor.

Hâlbuki yeryüzündeki toplumların hayatlarının dayanağını oluşturan geleneklerin iki kaynağı var. Vahiy ve her türlü zaafla malul insan aklı. Yani iddia edildiği gibi bir yanda eskimiş, vakti geçmiş gelenek, öbür yanda evrensel, çağdaş, ilerici değerler diye bir şey yok.

Said Nursî "Enbiyanın (peygamberlerin) ekseri şarkta ve hükemanın (filozofların) ağlebi garpta gelmesi kader-i ezelinin bir remzidir" demek suretiyle insanların hayatlarının dayanağını oluşturan geleneklerin iki farklı kaynağının olduğuna dikkat çekiyor. Peygamberler ve filozoflar...

Gelenek ve peygamber ilişkisinin, peygamberlerin gelenekleri ihya etmeleri sürecinin Kur'an'daki hikâyesini özeti şöyledir:

Kur'an'da "tek başına bir ümmet" ve kendisine "göklerin ve yerin tabi oldukları evrensel hükümranlık gösterilen" şeklinde nitelendirilen İbrahim, Doğu-İslam dünyasında vahyin beslediği geleneği başlatan peygamberdir. Bildiğiniz gibi bir geleneğin oluşması için öncelikle mekân gereklidir. Peygamberin mesajı bir mekan, bir kurum aracılığıyla hayatın dinamiği, geleneği haline gelebilir. Nitekim İbrahim peygamber de göklerin ve yerin melekûtundan mesajı aldıktan sonra onu geleneğe dönüştürmek için bir mekân arayışına çıkar. Ailesinin bir kısmını Kenan diyarına, bir kısmını Mekke'ye yerleştirmesi, ayrıca Mısır'a gitmesi bu amaca yöneliktir. Ondan sonra, özellikle ailesinin Kenan kanadı açısından tevhidi gelenek için mekân arayışı, İshak ve Yakub üzerinden devam eder. En sonunda Yusuf Peygamber bu mekânı Mısır'da bulur. Kur'an, Yusuf'un Mısır'a yerleşmesini "mekkenna" (onu yerleştirdik, aldığı vahyi gelenek haline getireceği bir mekâna sahip kıldık) şeklinde ifade ediyor. Bunun anlamı, İbrahim'le başlayan, ardından İshak ve Yakub'la devam eden mesajın Yusuf aracılığıyla gelenekleşme imkânını bulmasıdır.

Yusuf'tan sonra Musa peygambere kadar İsrailoğullarını ayakta tutan bu tevhidi geleneğin çeşitli süreçlerden geçtiğini yine Kur'an'dan biliyoruz. Başlangıçta özgürce yaşatılan geleneğin sonraki süreçlerde ağır baskılara, saldırılara maruz kaldığını ve tevhidi geleneğin iyice kabuğuna çekildiğini, görünmez olduğunu biliyoruz. Gelenek, Mısır'da evlere, annelerin himmetine sığınır. Nitekim baskılar Hz. Musa'nın elçi olarak gelmesiyle birlikte iyice ağırlaşır.

Hz. Musa öncelikli olarak geleneğin sürdürücüsü halkını baskılardan kurtarma, özgürlüğüne kavuşturma hedefine yönelir. Bunu gerçekleştirdikten sonra onların hayatında kabuğuna çekilmiş, iyice görünmez hale gelmiş, taş gibi tortuların altına gizlenmiş İbrahimî geleneği ihya etme sürecini başlatır.

Kur'an, Musa'nın kavminin kendisinden sonra toplumsal hayatlarını dayandıracakları tevhidi geleneği, gizlendiği yerden sert kayaları andıran kalıpları parçalayarak çıkarmasını şu şekilde sembolize ediyor:

"Bir zamanlar Musa kavmi için su aramış, biz de ona "asanı taşa vur" demiştik. Bunun üzerine taştan on iki göze fışkırdı. Her topluluk kendi içeceği yeri bildi..."

Su-gelenek benzerliği temelinden hareketle diyebiliriz ki Musa peygamber, uzun baskılar, kaçışlar, gizlenmeler neticesinde kabuğuna çekilen ve taş gibi tortuların içinde bekleyen geleneği, vahyin verdiği bilginin gücüyle berrak bir su misali ortaya çıkarıyor. Yine ayetten anladığımız kadarıyla Musa kavmine bu gelenekten istifade etmenin ve üzerine bulaşmış hurafelerden arındırarak ondan beslenmenin yolunun "bilmek"ten geçtiğini gösteriyor.

Bugüne geldiğimizde kendilerine "bilme" özelliği verilmiş bir kısım hocalar, İbrahim'den Musa'ya ve en son peygamberimize kadar gelen vahiy silsilesinin şekillendirip yerleşik hayatın kuralı haline getirdiği, ama özellikle çağımızda çeşitli baskılar sonucu kabuğuna çekilen, yer yer taşları andıran tortuların ardına gizlenen İslamî geleneklerimizi, geleneksel kurumlarımızı ellerindeki ilimle ihya edecekleri yerde insani zaaflarla malul felsefelerin artığı başka mekânlarda oluşmuş gelenekleri "modernizm", "demokrasi", "laiklik" "çağdaşlık", "yenilik", "değişim" gibi yanıltıcı, ayartıcı ambalajlar içinde benimsetmenin mücadelesini veriyorlar.

Başta da söylediğimiz gibi her toplumu ayakta tutan gelenekleri vardır; ama her gelenek, kendi içinde berrak vahyi barındırmaz. Ayrıca gelenekler toplumsal hayatta gerçekleştirdikleri işlevleri itibariyle birbirine benzer oluklar gibidirler; ama şairin dediği gibi birinden nur akar, birinden kir.