Gezi olayları ve uluslararası algı

Uluslararası bir kurumun haber merkezi... Hopa’dan gelen ölüm haberi üzerine editör masasından fırlıyor. Haftalardır sırayla izledikleri Tunus ve Mısır’daki halk hareketlerinin devamının Türkiye’de yaşandığından o kadar emin ki...

İki yıl önce bizzat tanık olduğum bu sahne, uluslararası basının haritanın doğusundaki sokak hareketlerine bakışı açısından ibretlik derslerle doluydu.

Yurtdışı Türkler Başkan Yardımcısı Gürsel Dönmez, aslında Avrupa’daki Türkleri “En Alttakiler” olarak tanımlayan Alman yazar Günter Wallraff’a itiraz ederken kurmuştu bu cümleyi: “Olguyu adlandıran algıyı yönetir.”  Tam da bugünü özetleyen bir cümle. Gezi Parkı olaylarında olgu ve algı, gerçeklik ve algı birbiriyle çelişen çatışan bir seyir izliyor. Hem uluslararası basın, hem de Türk basını için geçerli bu çelişki.

Batı medyası bizzat kendi siyasetçilerinin itiraz ettiği “Türk Baharı” algısına oynuyor.

Küçümseyip, ders verici kibirli bir tarzda.

Türkiye, bir haftadır uluslararası basının manşetlerinden inmiyor. Önce “Türk Baharı” değerlendirmeleri yapıldı. Fransız gazetelerindeki bu yorumlara itiraz yine Fransız siyasetçilerden geldi. Dışişleri Bakanı Laurent Fabius, hükümetin seçimle işbaşına gelmiş bir iktidar olduğunu hatırlattı. Aynı uyarı İsveç Başbakanı’ndan da geldi.

Batı basınındaki bu algı-gerçeklik çelişkisini eleştirdikten sonra, Türk basınındaki vahim hatalardan bahsetmek boynumuzun borcudur. Olan biteni Türk basını ilk günden itibaren görebilseydi, olayların bu noktaya gelmesi kesinlikle önlenirdi. Ekranlar karardıkça, havanın pusluluğu arttı. Şimdi herkesin eleştirdiği Gezi Parkı şafak müdahalesi, gazete sayfalarına, televizyon ekranlarına yansıtılsaydı, sosyal medya çarpıtmalarına da kimse kulak vermezdi. Olaylar sakinleştikten sonra, uzun uzun hesaplaşılması gereken bir gün oldu 31 Mayıs gazetecilik açısından.

Sokaktan öfke üretmek

“Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi kalmamış işçiler üretimden gelen gücünü kullanarak, üretim aletlerini ele geçirecek.” Bu önermenin her kelimesi dönüşüm geçirdiği için, geçerliliğini kaybetti çoktan. İşçilerin kaybedecek çok şeyi var. Günümüzde en belirleyici ürün ise bilgi ve algı. Gezi olaylarının ardından yaşanan hareketlere baktığımız zaman sadece bu önerme değil, bütün toplumbilim teorileri yerle bir oluyor.

Kentlerin varoşları değil, turistik meydanlarından çıkan ve sınıfsal bir zemini olmayan bir hareket.

Herhangi bir konuda derdi olan herkes sokakta ama ortak noktanın kimse farkında değil sanki. Süreci yöneten ise iktidar karşıtlığı. Alt kümesinde ise çözüm süreci karşıtlığından başlayıp, üçüncü köprüye ulaşan garip bir yelpaze sözkonusu.

“Çarşı her şeye karşı” sloganını hatırlatan bir hareket sanki.

Proleter ya da ezilen kesimlerden çok “kırmızı-beyaz” sloganı atan taraftar gruplarını andırıyor arada. Kurumsal olarak destek görüntüsündeki muhafazakar bir çevrenin kitlesi uzakta duruyor. Kurumsal olarak destek görüntüsündeki etnik kökenli bir hareketin kitlesi orada.

Sokaktakilerin önemli bir kesiminin uluslararası dengeler, borsa hareketleri, kapitalist denklemlerden haberi yok muhtemelen. Ne oldu da, Gezi Parkı’na müzik dinlemeye giden gençler bugün gösterilerin içinde politikleşti sorusu günlerdir zihnimde.

Yok saymak değil, dikkatle izlemek gerekiyor.

Sokakta öyle bir şey üretiliyor ki her geçen saat, sırtınızı döndükçe o üretimi engellemek değil, bizzat katkı sunmuş oluyorsunuz.  En büyük görev de gazetecilere düşüyor.

Platform AP’ye geliyor

AB, bütün kurumlarıyla gelişmeleri yakından izlerken, önümüzdeki hafta Strasburg’da toplanacak olan Avrupa Parlamentosu Genel Kurulu’nda Gezi olayları ele alınacak. Oturum çerçevesinde Taksim Platformu temsilcileri de davet edildi.

Her ne kadar AB içinden Türkiye ile müzakereleri kesmek isteyen çevrelerin sesleri yüksek çıkmaya başladıysa da, AB demokratikleşme uyarılarıyla Ankara ile yakın mesai yaparak süreci yönetecek gibi görünüyor.