Gezi Parkında Avrupa tartışması

Gezi Parkı olayları esnasında su yüzüne çıkan Türkiye-AB ilişkilerindeki serinlik elbette Gezi Parkı olaylarıyla ne doğrudan ne de dolaylı ilgisi bulunan bir konu değil. Yarım asırdır Avrupa'nın kapısında bekletilen bir ülkeyle ilgili meselenin çok daha derinlerde bir yerde olduğunu düşünmek gerekir.

Aşağı yukarı 20 yıldır Türkiye'nin Avrupa Birliği ile ilişkileri konusunda yazıp çizip ahkâm keserken savunduğum bir fikir var: Türkiye hiçbir zaman AB üyesi olmayacak. Buna mukabil AB üyeliği perspektifinin ülkemiz için çok gerekli olduğunu düşünüyorum. Çünkü gerek ekonomide, gerekse kamu yönetiminde ve hatta gündelik sosyal hayatta evrensel standartların egemen hale getirilmesi davası demek olan reformları başka türlü yapacağımız yok.

Bana öyle geliyor ki hem Avrupa'nın hem de Türkiye'nin karar alıcıları da benzer şekilde düşünüyorlar. Türkiye'yi yönetenler "AB çıpası"sayesinde ekonomik, politik ve sosyal alanda gereken reformları hayata geçirebileceklerini düşünüyorlar. Ayrıca ne olursa olsun Avrupa ile ilişkili bir alanda yer almanın dünyanın geri kalanı üzerindeki olumlu etkisinden de faydalanmak istiyorlar. Mesela Avrupa Birliği ile üyelik müzakereleri yürüten bir ülke olmasaydık Ortadoğu'da şimdiki kadar önemsenmeyeceğimizi biliyorlar.

En yakın müttefikimiz ABD de bu durumdan memnun. AB üzerinden batı sistemine angajmanımızın sürdürülmesini arzu ediyor Washington.

Aynı şekilde Avrupa Birliğinin karar alıcılarının perspektifinde Türkiye'nin tam üye olması diye bir şey yok ama bizi bütünüyle kaybetmek de işlerine gelen bir seçenek değil.

Peki, öyleyse neden istemiyorlar Türkiye'yi? Bana sorarsanız, Türkiye'nin her defasında kapıdan çevrilmesine gerekçe olarak ileri sürülen ekonomik gelişmişlik veya demokratik standartlar bahanesinin çok da ciddiye alınmaması gerekiyor. Bugün zaten bu bahanenin anlamı kalmadı ama geçmişte de fazla anlamlı değildi aslında.

Çünkü başından bu yana dönem dönem yeni üyelerle genişleyen Avrupa Birliği, ister ekonomik gelişkinlikleri bakımından olsun, isterse demokratik standartlar bakımından olsun Türkiye'den ileri oldukları söylenemeyecek birçok ülkeyi üyeliğe kabul etti. Demek ki Türkiye'yi AB içinde görmek istemeyişlerinin başkaca gerekçeleri var.

Benim görebildiğim kadarıyla bunun başlıca iki temel gerekçesi var. İlki Türkiye'nin Müslüman kimliğinin Avrupa Birliği'nin kuruluşunda ortaya konulan kültürel birlik hedefinin temelindeki Hıristiyan kimliği bakımından kabul edilemezliği... Ayrıca Avrupa Birliği'nin nihai amacını eski kıtayı Amerikan hegemonyasından kurtarmak ve korumak şeklinde formüle etmek isteyen bazı Alman ve Fransız siyasetçilerin Türkiye ile ilgili temel endişelerinden biri NATO'nun sadık üyesi olarak görülen bu ülkenin Avrupa içinde ABD'nin Truva atı rolü oynama ihtimaliydi.

Bugün Avrupa'yı yöneten kadroların zihninde bu endişelerin hiçbirine yer yok belki. Ama Avrupa ülkelerinin toplumlarında veya kamuoylarında Türkiye karşıtlığını satın almaya hazır bir psikolojik kabul var bize karşı. İslamofobiyle birlikte yabancı karşıtlığının ve özellikle Türk düşmanlığının tırmanışta olduğu Avrupa toplumlarında Türkiye'nin AB üyeliğine karşı olmak siyaseten anlamlı bir pozisyon. Öyle ki Şansölye Merkel'in bu konuda hükümet başkanı sıfatıyla yaptığı açıklamalarla partisi adına yapılan açıklamalar bile birbiriyle taban tabana zıt olabiliyor. Hükümet adına "Türkiye'nin AB üyeliği perpektifini destekliyoruz" denilirken iktidarı oluşturan partilerin seçim beyannamesinde "Türkiye'nin AB'ye tam üyeliğini reddediyoruz" denilebiliyor.

Hasılı kelam, bazı Avrupa devletlerinin AB ile ilişkiler konusu üzerinden sergiledikleri Türkiye karşıtı tavırlarının arkasında bir taraftan popülist siyasetin gereklilikleri, bir taraftan da Türkiye'nin uluslararası sahnedeki ittifak ilişkileri var gibi görünüyor.