Gezi tecrübesi, Anayasa ve AB

Gezi olayları Türkiye için ve umarım ağırlıklı olarak da siyasi sınıf için iyi bir tecrübe olmuştur.

Detaylı analizlere gerek yok, ortada bir kesimin bir memnuniyetsizliğin olduğu aşikar.

Bu memnuniyetsizliğin nedenleri de üç aşağı, beş yukarı belli ve siyasi sınıf, tüm siyasi partiler dahil, bu duruma bir cevap oluşturmalılar.

Oluşturulabilecek en yapıcı, olumlu cevapların İLKİ muhtemelen her kesimin özgürlük taleplerini karşılayacak bir yeni anayasal metin olmalıdır.

TBMM’nin, yeni dönemi beklemeden yapıcı cevabı üretmesi şart.

Çok sınırlı ve genel bir sıralama yaparak aklımdakileri yazıya dökmeye gayret edeceğim.

Kürtler için: Yeni anayasada, çözüm, barış ya da kardeşlik sürecinden bağımsız bir biçimde, Türkiye devletinin bir demokratik hukuk devleti olmasının yasal ve hatta ahlaki gereği olarak kürt vatandaşlarımızın en temel sorun olarak dillendirdikleri yurttaşlık meselesinin çözülmesi için, mevcut anayasanın 66. maddesinin anlayışının çöpe atılması, vatandaşlığa sıfat takma gibi aptalca bir takıntıdan vazgeçilmesi ve anadil konusundaki tüm taleplerin bir temel hak olarak yerine getirilmesi şart.

Muhafazakarlar için: Bugün siyasi iktidar gücünü kullanıyor gözüken muhafazakar yurttaşlarımızın temel haklarına ilişkin sorunlar hala askıdadır; üniversite öğrencisi kızlarımızın, kamu hizmeti üretmek isteyen kadınlarımızın “oldukları ve tercih ettikleri gibi”, evrensel hukukla çelişmediği ölçüde, mesela kimlik tespiti, öğrencilik ve kamu hizmetine girme haklarını kullanmaları anayasal güvence altına alınmalı, başta siyasal partiler ve YÖK olmak üzere kurumların, kağıt üzerinde bile olsa, uymakla mükellef oldukları resmi ideolojiler, mesela Atatürk ilke ve inkılapları gibi dayatmalar anayasadan, yasalardan tümüyle çıkarılmalı, geleceğe yönelik olarak parti kapatma konusu sadece şiddet öğesine indirgenmelidir.

Liberal ve seküler kesim: Temel hak ve özgürlükler konusunda somut bir açılım, bir güvence getirilmeli, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin yeni anayasanın ayrılmaz bir parçası olduğu, yargıçların kararlarında bu sözleşme hükümlerini ve AİHM içtihadını temel almak zorunda oldukları anayasaya açıkça yazılmalıdır (Madde 90’ın son paragrafını yargıçlarımızın büyük bölümü anlamadı maalesef).  

 

Aleviler: Anayasanın 136. maddesinde ifadesini bulan Diyanet İşleri Başkanlığı kurumunun finansman biçimi MUTLAKA gözden geçirilmeli, bu kurum hem anayasal bir kurum olmaktan çıkarılmalı hem de finansmanının, güvenlik, adalet, diplomasi gibi kamu hizmetlerinde olduğu gibi merkezi bütçeden yapılması ilkesi kaldırılmalı, gönüllü bir finansman biçiminin modaliteleri mutlaka bulunmalıdır (zaten dünyada örnekleri vardır); yakın geçmişte yaşandığı gibi TBMM’ye bir Cem Evi yapılması talebinin Diyanet’e sorulması gibi saçmalıklardan mutlaka kurtulunmalıdır.

Lozan azınlıkları: Bu vatandaşlarımızı kendi topraklarımızda rehin alınmış bireyler olarak telakki etmekten MUTLAKA vazgeçilmeli, uluslararası hukukun, yabancılar hukukunun konusu olması gereken “mütekabiliyet ilkesini” bu vatandaşlarımız üzerinden uygulamak gibi bir çirkinlikten kurtulunmalıdır.

Gelelim AB meselesine.

AK Parti muhafazakar demokrat bir parti ve bazı karar ve uygulamalarının da başka seçmen kesimlerini rahatsız etmesi, evrensel hukuk içinde kalındığı sürece, normal; hukukla çatışmayan bu rahatsızlıkların en önemli güvencesi, rahatlatıcı unsuru, isterseniz panzehir de diyebilirsiniz, Türkiye’nin AB sürecinin hızlı ve sağlıklı işlemesi.

Gezi olayları, umarım, iktidar partisine, hukuk dışına çıkmasa dahi, “ben icraatımı bildiğim gibi yaparım” anlayışının çok da iyi bir anlayış olmadığını göstermiştir diye düşünüyorum; unutmayalım, kalıcı toplumsal huzursuzluk, nihai olarak, en fazla siyasi erk kullananı siyaseten vurur.

Bugün, AB’ye “Git işine” denilebilecek en son gündür; iç piyasaya mesaj vermek için AB ile tartışmak, yüksek tonda ifadeler kullanmak yapılması gerekenin tam tersidir kanısındayım.

Özgürlükçü bir anayasa ve AB sürecinin etkin işletilmesi her toplumsal derdimize çare olacaktır.