‘Gezi-2013’ün benim gözümden kısa hikayesi

‘Yirmi beş yaş altındaki gençlerin

dünyada fazla nüfusu yoktur. Ama

yürüyüşe geçmeye hazırlarsa

yapabilecekleri şeyler hayret vericidir.’

(Mark Kurlansky-Dünyayı Sarsan Yıl/1968-Everest Yayınları)

Gezi eylemlerini başlatan ve sürdüren 90 kuşağı- yirmi beş yaş altı gençleri, 68’li babalarının ve dedelerinin hala öncülük ettiği legal-illegal bir takım örgütlerin bayrak ve flamaları altında Taksim-Gezi’ye çıktılar bir gün ve bir anda bütün dünyayı ve Türkiye’yi sarstılar.

İşte dediler insanlar, gençlerimiz bizim yıllardır başaramadığımız bir devrimi, gerçek demokrasiye giden yolu açtılar. Ne kadar sevinsek azdır; demokrasi, nasıl ki demokrasinin beşiği İngiltere’de, 19. yüzyılda baş gösteren sokak hareketlerinden doğduysa, iki yüz yıllık bir gecikmeyle de olsa nihayet Türkiye’de de bize yüzünü sokakta göstermeye başladı.

Türkiye’de bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.

Senaryolar ve gruplaşmalar

Ülkeyi on yıldır yöneten AK Parti, ve Başbakan Erdoğan demokrasi için sandıktan zaferle çıkmanın yeterli olmadığını artık anlamalıydı..

Erdoğan’a karşı kurulan cephenin matbuatına bakılırsa, Ha Tahrir, ha Tienman meydanı, arada pek bir fark yoktu..

Afganistan ve Suriye gibi dünyanın en çatışmalı bölgelerinde görev yapan deneyimli savaş muhabirleri’faşizme ve diktatörlüğe başkaldırmış Türk halkının mücadelesini’ an be an rapor etmek için İstanbul’a koştular..

Taksim-Gezi olaylarına, Başbakan’ın başa bela üslubunun yol açtığına inanılıyor, pek de işe yaramayan, göstericileri alttan alan ve dolayısıyla içten içe de güldüren bir tavır öne çıkarılıyor, bu tavrın işe yarayabileceği düşünülüyordu.

Zafer sarhoşluğu içinde, Başbakanın siyasi ve medeni haklarına fırsat bu fırsat deyip, yazılarıyla yasak koyan kişiler, cumhurbaşkanlığına artık aday olamayacağını olursa yeni başlayan devrimin kanlı bir iç çatışmaya dönüşebileceğini ilan ettiler.

Memleketin sanatçıları, yazarları, artistleri,  

- İspanya İç Savaşına gider gibi Taksim’e gidenler,

- Ne yapılırsa yapılsın asla Taksim’e çıkmayacak ve çıkarılamayacak olanlar, yani boyun eğmemek için inat edenler,

-Ve mahalle baskısına direnemeyip devrim uğruna boynumuz kıldan ince diyenler ve Taksim direnişini bir şeylere inandıkları için değil, ne olur ne olmaz diyerek destekleyenler olmak üzere üçe ayrıldı..

Başbakan bütün bunlar olup biterken yurt dışındaydı ve Türkiye nefesini tutmuş yurda dönmesini bekliyordu.

‘Ya yanlış yapıyorsam!’

İlerde Başbakan Erdoğan’ın biyografisini yazacak olanlar sıra 2013 Mayıs-Haziran aylarına  geldiğinde söze muhtemelen şöyle başlayacaklar:

‘Olayların başladığı gün ve sonrasında Başbakan beş gün süren bir yurt gezisindeydi. Ajansların Türkiye’den geçtiği haberleri, kendisine ulaşan rapor ve bilgileri inanılmaz buluyor, çevresindeki herkese benim daha bir gün önce bıraktığım Türkiye bu Türkiye olamaz diyordu. Başbakan’ı şaşırtan en önemli husus ise bütün bu olup bitenlerin getirilip üslupla ve üslup sorunuyla açıklanmaya çalışılmasıydı.’

Bu satırların yazarı, PKK’nin ‘Devrimci halk savaşı’ stratejisine ve dolayısıyla şiddete karşı yazdığı yazıların iki yıl önce ona yaşattığı tedirginliği, yalnızlığı ve bir çeşit kuşatılmışlık halini Taksim eylemleri nedeniyle bir kez daha yaşadı.

İki yıl önce o yazıları yazarken ve yazmakla kalmayıp, adı ‘Silahları Gömmek’ olan bir kitaba imza atarken kırk yıllık dostlarıyla bile dost olarak kalamayacağını, yalnızlaşacağını biliyor, bunu göze alıyor; ama bir yandan da içinden, ‘Ya yanlış yapıyorsam, ya yanılıyorsam, ya ‘devrimci halk savaşı stratejisi’ Kürt halkını zafere ve özgürlüğe götürecek yegane yol ise ve ben bunu göremiyor ve şiddete karşı olmak gibi bir fikir ve tutum yüzünden kendi halkımın özgürlüğüne zarar veriyorsam’ diyor ve şüphelere düşüyordu.

Çok şükür o şüphelerden bugün eser kalmadı ve tarih onu haklı çıkardı. Ama aynı şüpheleri ve aynı tedirginliği; bu defa da Taksim’i başka bir açıdan görmeye çalıştığı için duydu.

Gerçek ve sahici Erdoğan

Propaganda o kadar güçlü, sahneye çıkan oyuncular bir tiyatro oyununda olduğu gibi rollerini o kadar sahici ve inanılır bir biçimde oynuyorlardı ki, insanın kendi yazdıklarından ve düşündüklerinden emin olması ve şüphe etmemesi neredeyse  imkansızdı.

Bu yüzden de bu satırların yazarı, meseleyi ağaç meselesi olarak değil, yenilgi psikolojisi yaşayan umutsuz kitlelerin siyasi enerjilerini, demokratik hak taleplerini, istismar eden statükocu güçlerin Başbakan’a karşı giriştikleri bir isyan hareketi olarak gördüğü için zaman zaman şüphelere düştü.

Ve bu satırların yazarı;

- Ya benim gördüğüm Türkiye gerçek Türkiye değil de, ulusal ve uluslararası medyanın gösterdiği Türkiye yani ‘bir devrimin eşiğinde’ olan Türkiye daha gerçekse,

- Ya gerçekten Başbakan bu ülkeyi sırf  üslubuyla bir felakete sürüklüyorsa,

- Ya benim düşündüğümün aksine Türkiye’nin Başbakan Erdoğan’a ihtiyacı yoksa ve talep edildiği gibi iktidarı bırakıp gitmesi daha hayırlıysa... diye kara kara düşünmediğini söylerse doğrusu yalan olur..

Ve bu satırların yazarının en çok korktuğu şey ise sevgili okurlar, Başbakan’ın Türkiye’ye dönüşünde ‘ondan beklendiği ve ona tavsiye edildiği gibi’ hareket etmesiydi..

Ama hiçbir şey, bu satırların yazarının korktuğu ve endişe duyduğu gibi olmadı.

Başbakan ondan beklendiği ve ona tavsiye edildiği gibi değil, bildiği gibi davrandı.

Gerçekmiş gibi sunulan ‘devrimin eşiğindeki’ Türkiye’ye değil, değiştirmek için yıllar önce yollarına düştüğü, her köşesinde kıymetli bir hatırasının olduğu gerçek Türkiye’ye ve halkına inandı.

İster inanın ister inanmayın, bu ortam içinde ‘ondan istendiği ve beklendiği gibi’ davranan bir Erdoğan bu ülkenin felaketi olurdu.

Çünkü istenen şey, değişim ve demokrasi adı altında kısa sürede itibarsızlaştırılması ve siyasi bir köleliğe razı edilmesiydi.

Hiç şüpheniz olmasın, ‘Bu Erdoğan değişmez’ diyen Erdoğan, bu yüzden gerçek ve sahici Erdoğan’dır.

Erdoğan’ın ‘değişmesini’  isteyen cephede yer alanlara sormak isterim.

Acaba Erdoğan Türkiye’yi değiştirirken kendiniz  ne kadar değiştiniz, değişen Türkiye’yi ne kadar anladınız, hiç düşündünüz mü?

Ayrıcalığınız nedir sizin, neden hepimiz sizi anlamak mecburiyetindeyiz de, sizin kimseyi anlama mecburiyetiniz hiç yok ve bugüne kadar da hiç olmadı, kızmayın lütfen ve bize izah edin..

Sevgili Babacığım, hayatta olman bana Tanrı’nın bir lütfu gibi geliyor. Seninle daha kim bilir nelere tanık olacak ve nelere sevineceğiz..

Babalar günü, kutlu olsun, ellerinden öpüyorum..