Gezi’ci çadır tiyatrosunda başrol paralelin

Gezi’yi ateşleyen en dramatik, en feci olaydı çadırların yakılması. Çadırlar parkta sabahlayan küçük bir gruba aitti ve sabahın erken bir saatinde, yani insanlar çadırlarında uyurken ateşe verilmişti çadırları. İnsanlar yerlerde sürüklenmişlerdi.

Gezi’nin kimler tarafından, nasıl bir siyasi hedef ile kitleselleştirildiği, yaşananların hangi ellerce manipüle edildiği ayrı konu ama eylemin ilk günlerinde yaşanan bu olayın kabul edilebilir bir tarafı yoktu. Olamazdı.

Hem itirazı dile getiriyor hem de ısrarla çadırları yakın emrini kimin verdiği ortaya çıkarılsın diyorduk. Orada sadece kötü muamele, hak ihlali, ihmal vesaire yok, açıkça bir yetkiyi suistimal ve ateşe benzin dökme çabası var diyorduk, diyordum.

O günlerde edinebildiğim ve kamuoyuyla da paylaştığım bilgi, çadırları zabıtanın yaktığı, -belediyenin bir birimi olan- zabıtanın emniyetin emrine verildiği, dolayısıyla emrin de İstanbul Emniyetten, kimliği belirsiz biri tarafından verildiği yönündeydi.

Dün Star gazetesinde Kemal Gümüş imzasıyla manşetten yayınlanan haber, o kimliğin kesinleştiğini duyurdu. İçişleri müfettişlerinin soruşturmasıyla 17 Aralık’tan sonra görevinden alınan emniyet müdür yardımcısı Ramazan E. hakkında savcının yargılama iznine valilikten olur geldi. Zanlı artık yargı karşısına çıkarılabilecek.

Gezi’deki “çadır tiyatrosu”nda başrollerde paralel olması kimseyi şaşırttı mı?

Paralel’in maketi

14 Aralık operasyonunda üzerine ışık düşürülen yapı, 7 Şubat 2012’den beri kendini cüretli şekilde deşifre eden ve adım adım siyasi sonuç almaya kalkan paralel yapının varlığına, ayaklarına ve işleyişine dair şu ana dek ortaya çıkarılanlar arasında tartışmasız en mükemmeli. Ve en konsantresi.

Gülen gibi değil dünyaya, kâinata hükmettiğine inanılan bir “imam” için Tahşiyeciler, kuşkusuz pek küçük hedef.

Lakin işte bu küçük lokma için de aynı düzenek çalıştırılıyor. 14 Aralık operasyonu bu anlamda bize değerli bir somutluk veriyor. Paralelin bir tür maketini.

Düzenek şu: Küçük bir Risale-i Nur grubundan ta Pensilvanya’da haberi olan “kainat imamı” Gülen’in tesadüf bu ya, bir konuşmasında “mesela Tahşiye adında bir örgüt... silahlandırılabilir” demesiyle sistem tıkır tıkır işlemeye başlıyor. İmamın simülasyon oyuncağı ‘karanlık kurul’lu Tek Türkiye dizisi bu konuşmadan sadece iki gün sonra Tahşiyecileri konu ediniyor. Gülen medyasında “üç beş yazı”nın eş zamanlı çıkması ve isimsiz tarihsiz bir ihbar mektubunun istihbarata ulaşmasıyla, emniyet ve yargıdaki paralel memurlar de vazifelerini hakkıyla yerine getirebiliyorlar. Velhasıl 6 Nisan 2009’da Gülen’in “mesela” demesiyle başlayan süreç 22 Ocak 2010 operasyonuyla tamamına eriyor, Tahşiyeciler de hapsi boyluyor.

14 Aralık’ta başlayan sorgu-yargı sürecinin lekelenmemesine, sulandırılmamasına azami dikkat edilmeli.    

Velev ki rövanş!

Paralelin medyatik çevresi “14 Aralık Tahşiye operasyonu, 17 Aralık yolsuzluk operasyonunun rövanşı” diyor.

Asker sevenlerle “aman yesinler birbirlerini” diye el ovuşturanlar “Hükümet kendisine darbe yapmaya kalkan Fethullah Gülen Cemaati’nden intikam alıyor” diyor.

Ergenekon Balyoz dava süreçlerinde de benzer bir refleksi işledi.

“Hükümet üzerinde vesayet kurmak isteyen, e-muhtıra veren TSK’dan intikam alıyor” dediler.

İslamcı siyasi hareket 28 Şubat’ta kendisine yapılanı unutmadı bir türlü” diye şecere tuttular.

12 Eylül askeri darbesiyle hesaplaşalımdendiğinde de benzer bir “çakallık” giriyor devreye, Başbakan asan 27 Mayıs zihniyeti lanetlenmeli dendiğinde de.

Adalet talebini “rövanş”, “intikam” gibi kelimelerin negatif yüküyle kusurlu yanlış davranışlar kategorisine itip mahkum etmeye çalışıyorlar.

O kadar ki Osmanlıca seçmeli ders olsun mu tartışmalarını bile “harf devrimine karşı, karşı devrim” noktasına çekenler oldu!

Halbuki, her yargılama süreci, işlenen cürümün tespit edilmesi ve cezasız kalmaması talebidir.  Dolayısıyla karşıtlık içerir.

Rövanş duygusu da, bunun ifadesi de yanlış değil temelde. Yeter ki hukuki çerçevede talep edilsin ve yerine getirilsin.