Gezi’yi çok mu abarttık?

Kimine göre 2013 Türkiye’nin en uzun bir yılıydı. Gezi Parkı’nda ağaçlar için nöbet tutan çadırların yakılması ve akabinde polisin aşırı gaz ve şiddet kullanımı ile başlayan [polisin ilk müdahalesindeki orantısızlık ayrıca konuşulmayı hak ediyor] eylem giderek Gezi Parkı’ndan dışarı taştı. 

Mesele ağaç ve çevre duyarlılığını aştı; Gezi, muhalif kim varsa içini boşalttığı kara bir deliğe dönüştü.

Gezi’nin çok katmanlı yapısı zaman içinde daha net görünür hale gelse de kimimiz Gezi’yi, parkın içindeki çiçek, çocukların komünal barışçı protestolarından ibaret görmeyi tercih ettik. Kimimiz ise parkın dışındaki bilumum şiddet eylemlerini, vandalizmi, Taksim’i işgal etme çabasını paranteze alıp mesela “Gezi’ye vokal yapan tencereci teyzelerin derdi ne” diye sormayı bile zul saydık.

“Faiz lobisi” işin içinde olabilir ya da dış istihbarat güçleri üşüşmüş olabilir buraya, tamam da biz bununla nasıl mücadele edeceğiz, bu tansiyonu nasıl düşüreceğiz?

Sandığın kifayetsizleri sokakla iktidar devirmeye heves etmiş olabilirler, evet ama “bu süreci nasıl yöneteceğiz?” Bu sorulara hakkıyla eğilemedik.

Ve son bir yılı Gezi’nin artçı sarsıntılarıyla geçirdik.

Son bir aydır da Gezi’nin seneyi devriyesinin öncü kırılmalarını yaşıyoruz.

Okmeydanı’ndaki eylemlilik hali, sokağın bir türlü durulmaması Gezi’nin yıldönümüne antrenmanlı girebilmeyi de amaçladı. 

Gerçekten zor bir yıl oldu, Gezi ile başlayan ya da açığa çıkan ve alttan alta devam eden operasyonlar bitmek bilmedi.

Türkiye üzerine kafa yoran küresel aktörlerin bu işlerin hiçbir yerinde olmadığını söylemek de imkansız.

17 Aralık, 17 Aralık’ta mı başladı, bundan da emin değiliz.

Alman istihbaratının ve Alman vakıflarının Türkiye’deki etkinliğinin de çorbada tuzu vardır mutlaka.

Sonra DHKP-C’nin birdenbire canlanması, Alevi sosyolojisinin cari sorunlarını kul
lanarak geleneksel Alevilikle bağını koparmış gençleri sokağa sürüklemesi, bütün 
bunlar da kuşkusuz kendiliğinden olan şeyler değil.

‘Zayıf aktör patolojisi’

Bügün artık herkes hemfikir, Gezi’nin 3-5 ağaç için yaşanmadığına. Peki Gezi’yi çok mu ciddiye alıyoruz, abartıyor muyuz?

Bence değil, Gezi’de terör gruplarının olduğu da gerçek, Gezi’nin muhalefetini arayan bir kitlenin birikmiş korkularının dışa vurumu olduğu da.

Gezi’de açığa çıkan sesin yönetilebilmesi, demokrasinin incelmesine, doğrudan demokrasi kanallarının açılmasına vesile kılınmalıdır. 

Geçen yıldan bu yıla her fırsatta söylemeye çalıştığım şeyi tekrar etmek pahasına yineliyorum: Bu noktada iktidara değil belki daha çok muhalefete görev düşmektedir. Muhalefet siyaset üreterek sokağın Meclis’teki sesi olmayı deneyebilir. Ama bunun için önce siyaset dışı muhalefet biçimlerini kendisi için fırsat olarak görmekten vazgeçmesi ve mevcut hoşnutsuzluğa siyaset yaparak cevap vermesi gerekiyor.

Önceki gün Sabah gazetesinden Burhanettin Duran’ın yerinde kullanımıyla “zayıf aktör patalojisi”nden çıkması ve çoğunluğu CHP’ye oy veren Gezi ahalisine sahipsiz olmadığını hissettirmesi gerek.

Türkiye’nin siyasi eğilimlerinin yüzde 90’ının Meclis’te temsil edilmesine rağmen sokağın bir muhalefet imkanı olarak görülmesi düşündürücü.

Tabii ki topu muhalefete atmak yeterli değil, iktidarın da demokrasinin doğrudan kanallarını çoğaltan yeni nesil bir sürümüne ihtiyacımız var. Buna en ehliyetli aktör ise Türkiye demokrasisine sınıf atlatan iktidar partisidir.

İyimser olmak siyasetin en önemli meziyetidir.

Siyaset yapabilmek bardağın dolu tarafını görebilmekle mümkün.

Sokaktaki şiddetle adli yollarla mücadele ederken bir taraftan da “neden” sorusunu sormaktan geri durmamak... Bunun gibi mesela.