Gönül Dağı’nın zirvesi Neşet Ertaş için

Balyoz Davası’yla ilgili yazacağım yazıyı zihnimde tamamlayıp bilgisayarın başına geçtiğimde aldım Neşet Ertaş’ın ölüm haberini. Kanser tedavisi gördüğü, bir haftadır hastanede olduğu, epeyce bir zamandır ısrarla “artık yoruldum” dediği için hiç beklenmeyen, akla gelmeyen bir ölüm değildi belki ama bu bilgi, ölüm haberinin yarattığı sarsıcı etkiyi ne bende ne sevenlerinde eksiltmedi. Ölümü diken oldu, eklendi kirpiğimize.

Boş verdim ben de, kendini bu devletin ve halkın sahibi zanneden, halk iradesini silahla gasp edip halkı da bir güzel tepelemeyi planlarken suçüstü yakalandıkları için huysuzlanan, cezalandırıldıkları için huzursuzluk çıkaranlar hakkında yazacaklarımı.

Onun yerine halkın ta içinden, hatta “dibinden” çıkmış, dışlanmış, aşağılanmış ama insan kalmaktan, insan sevmekten vazgeçmemiş, dünyadan bir “garip” olarak geçip gitmiş bu büyük insana veda etmeyi tercih ettim. Sazın, sözün ve gönlün ustası Neşet Ertaş giderken ardından “iyi bilirdik” diyenlerden olmak istedim.

***

Onu ilk kez 2004’te Harbiye Açıkhava’da canlı dinleme imkanı bulduğumda “adı çıkmış bir Neşet Ertaş hayranı”ydım zaten ama o ufak tefek, kara kavruk adamın sahnede, gözümüzün önünde bunca büyüyüp devleşeceğini ben bile beklemiyordum.

Sahne son derece mütevaziydi. Kalabalık orkestraların sığdığı, dans gruplarının cirit attığı koskoca sahnenin ortasına bir sandalye bir mikrofon konulmuş, sandalyeye bir ışık düşürülmüştü. Üstad geldi, seyirciyi selamladı, oturdu, akordunu yaptı ve başladı sazın böğrüne böğrüne vurmaya. Konser boyu tek başına çaldı söyledi, sazıyla bir oldu, teriyle yoğruldu, ara zamanı geldiğinde seyirciden “göyneğini değiştirmek için” izin istedi.

Sanatı gibi icra edebini de babası Muharrem Ertaş’tan öğrenmişti.

Bozkırın has evladıydı. Bozlaklarındaki feryadı, toprağın anonim feryadıydı ama kendisinin, ailesinin yahut benzerlerinin itilmişliğinin acısını, kırgınlığını, isyanını da haykırmadığını söyleyebilir miyiz? “Zenginsen ya bey derler ya paşa / Fukaraysan abdal derler ya cingan haşa” derken, aslında ne dediğini hala anlamayan var mıdır aramızda?

Babasıyla köy köy gezip düğünlerde saz çalıp türkü söylemiş, emeğinin karşılığı olarak “ücret” değil yıllarca “bahşiş” almış biriydi o. Bunun ağırlığını ömür boyu taşıdı ama onun türküleriyle çok satıp ona “telif” ödemeyenler bunun utancını hiç yaşamadı.

Ezilmişliği, itilmişliği, yoksulluğu yaşarken de, yıllar sonra para ve şöhret kazanmış, hürmet görmüş biri olarak hayatını anlatırken de yaşadıklarından “sosyal bilinç” falan çıkarmadı. Sanatını sözünü ismini bildik siyasete bulaştırmadı. Ama siyasetsiz de değildi. Onun siyaseti “insan”a dairdi. Muhafazakârı liberali, ulusalcısı demokratı, dindarı dinsizi, Alevi’si Sünni’si Türk’ü Kürt’ü bugün ardından birlikte ağlıyorsa, işte bundandı.

O “Gönül Dağı”ndan ses verdikçe en katı kalpleri bile titretti, çok yıldızlı hayatların yaldızları bir bir döküldü, çokbilmiş pek çok entelektüelin, kasıntı ideolojilerin ışığı söndü, okunup altı çizilmiş yüzlerce kitap çöpe döndü.

Tezenesi ne zaman değse sazının tellerine, yüreğimize bir bıçak, fikrimize bir hakikat sokuldu. Kaderin sırrına erdik, kederin asaletini sezdik sandık. Bazen varolmanın bazen sevdiğince sevilmemenin düşkırıklığını onunla aşmayı denedik. “Evvelim sen oldun ahirim sen” demekteki derinliği onunla bildik.

“Kalpten kalbe bir yol” olduğunu öğrendik ondan, “urun urun kaş altından” bakmanın ne menem bir şey olduğunu. Ve toprağın, bu toprağın çocuğu olduğumuzu... Çamur sıvalı basma perdeli odalarda süren hayatların bizim de hayatlarımız olduğunu. “Şu oğlan şu kıza yanmış” dediklerinde o sevdanın biraz da bize ait olduğunu.

Üzerimizde hakkın var Muharrem oğlu Neşet. Helal eyle. Bizden yana helaldir.

Ciğerimizi delen türküler söyledin ve gittin. Allah rahmet eylesin.