Gücün sınırları ve sınırların gücü

Yakın çevremizde her an her şey olabilir endişesiyle geçen günler yaşıyoruz. Doğrusu neredeyse bu yüksek tansiyona alıştık desek yeridir.

Bu kadar gerginliğin, gerilimin ve yüksek tansiyonun ortasında, bazı konuları gündeme getirmek, konuşmak ya da ele almak anlamsız görünebilir. Oysa belki de tam yeridir.

Türkiye, İslam dünyasının merkez ülkelerinden ve kim ne derse desin İslam medeniyetinin en önemli yorumlarından birisi bu topraklarda var oldu. Hali hazırda bunun kırıntıları bile heyecan uyandırmaya yetiyor.

Türkiye’nin kendi etrafındaki sorunlara gösterdiği ilginin, çözüm için ortaya koyduğu gayretin kimleri ne kadar rahatsız ettiği malum. Bundan bahsetmek niyetinde değilim. Uluslararası ve bölgesel dengelerde kimin neden rahatsız olduğu apaçık ortada.

Ancak bu ilginin ve çabanın sahici hale gelmesi, devamlı kılınması üzerinde yeterince emek verdiğimizi söylersek kendimizi aldatmış oluruz. Daha önce sıkça dile getirdim. Entelektüel hayatımız bu ilgiden uzak, rahatsız ya da duyarsız. Bundan heyecan duyduğuna dair ciddi bir umut da vermiyor. Siyasetin heyecanı ve gayreti ise işi bir noktaya kadar getiriyor, orada kalıyor. Ötesine geçmek için daha fazla unsur ve dinamiğin harekete geçmesi zorunlu.

***

Sözgelimi Suriye konuşurken, bu ülkeyle ilgili hamle yapıp kritik kararlar alırken, işin sağlam bir entelektüel zemine dayandığını, bu nedenle de kalıcı olduğunu söyleyebilir miyiz? Bunun cevabı o kadar ortada ki.

Elbette Türkiye, bölgesel ve küresel ölçekte politikalar izlemeli. Elbette siyasi sınırlarına sıkışıp kalan gündemlerle meşgul olmak yerine, kafasını kaldırıp dünyaya bakmalı. Ama asıl soru şu: Nasıl?

Bunun cevabını aramakta geciktiğimizi söyleyebiliriz. Olsun, neresinden başlasak kardır.

Suriye örneğinden gidelim. Paralel olarak Irak’a bakalım. Bu iki ülkede kimler yaşıyor? Etnik kökenleri, mezhepleri, dünyaya bakışlarının yanı sıra, mesela şu soruyu hiç tartıştık mı? Bunlardan hangisiyle tarihsel açıdan daha kolay yakın olabiliyoruz? Ya da hangisiyle istesek de yeterince yakın olmamız mümkün değil?

Sözgelimi neden Kürtlerle yaşadığımız tüm sorunlara rağmen, sakin zamanlarda çok daha kalıcı ittifakları konuşmak mümkün oluyor? Bir başka can alıcı soru. Elbette din başta olmak üzere çok ciddi ortak noktalara rağmen neden bazı topluluklarla stratejik yakınlıklar kuramıyoruz? Bu soruların cevabını tartışmadığımız sürece bu coğrafyada atacağımız adımları sağlam zeminlerde devam ettirme imkanımız olmayacak.

***

Bu söylediklerimden kendi tuhaf tezlerine malzeme çıkaracakları şimdiden uyarayım. Türkiye’nin bölgesel sorunlara yakın ilgi göstermesini ve sorunların üzerine gitmesini kınamıyorum. Aksine sonuna kadar destekliyorum. Bunu yapmayan bir Ankara’nın tek parça olarak yoluna devam edemeyeceğini düşünüyorum.

Kaygım, bunu hangi araçlarla, hangi zeminlerde ve hangi ittifaklarla yapacağımız konusunda ciddi açmazlara düşmemiz. Olmayacak ittifaklar için enerji harcamak yerine, kolayca elimizi uzatıp yola devam edeceğimiz işlerin peşinde olmak sizce de daha makul değil mi?

Gücünüzün sınırlarını bilmek, sizi daha güçlü kılar. ‘Sınır’ sözcüğüne olumsuz bir anlam yüklemek yerine, doğru tarif etmek ve doğru araçlar seçmek olarak bakarsak, cidden büyük bir adım atmış oluruz. Ülkemizin siyasi sınırları elbette ilgimizin bittiği yer olarak değil, başladığı yer olarak görülmeli.

Ama tekrar vurgularsak, doğru tarif, doğru araçlar ve yol haritası ile...