Gül ve Erdoğan: ‘Muhteşem denge’

Perşembe günü Cumhurbaşkanlığı’nca tensip edilen Kültür ve Sanat Büyük Ödelleri Törenini takip etmek üzere STAR Gazetesi olarak geniş bir katılımla Çankaya Köşkü’ndeydik. Açık Görüş ve Kültür/Sanat sayfalarımızdan da okuyacaksınız yorumlarımızı.

Klasik Türk ve tasavvuf müziğini geniş kitlelere ulaştırması dolayısıyla Ahmet Hatipoğlu’nun aldığı ödül, uzun yıllar reddedilmiş geleneksel müzik mirasımız adına taltifti aynı zamanda. Edebiyatını İstanbul tutkusuyla harmanlayıp eserlerinde gelenekle yeni arasında köprü rolü üstlenen Selim İleri her zamanki gibi zarifti. Güncel olayları zengin tarih birikimiyle yoğurup özgün bir tarih söylemi geliştirerek Türk tarihini evrensel boyuta taşımasıyla ödüle layık görülmüştü Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu. Zeugma Antik Kent ve Müzesiyse, geleneklerin kavşağında zamana direnen maziyi geleceğe bağlıyordu...

Ödül alan kişi ve eserler uzamında düşünüldüğünde, geleneksel olanı modern olana bağlayan performansların taltif edildiğini söyleyebiliriz. Aslında bu tavır bugünün Türkiye’sinin yerelden evrensele zamanı ve algıyı çok mercekli bir görüşle yeniden kurmak girişimiyle de uyuşuyor.

Cumhurbaşkanımızın Prof. Hanioğlu’na verilen ödül bağlamında yaptığı konuşma, tarihi dizilerle ilgili güncel polemiklerimizle eşzamanlı olunca, dikkat çekti. Sayın Gül’ün; tarihin halihazırda kurulagelen bir bağlam bilim olduğuna dair yaptığı esnek vurgu medya tarafından; sanatçı tarihi istediği gibi yorumlamakta özgürdür şeklinde algılandı. Kadın tarihi ile uğraşan bir edebiyatçı olarak bunu böyle anlamak sanırım beni de heyecanlandırdı. Ama bunun böyle oluşu, sanatçıyı tarihi gerçekler konusunda sorumsuz ve serazat kılamaz kuşkusuz. Bu “öznelci” dalganın en mühim handikabıysa “gerçek” dediğimiz şey aleyhine işletilebilirliğidir. Tarihe kendi öznel yaklaşımıyla bakıp yeniden kuran sanatçı veya bilimadamı, popüler anlamda seyircisine ve okuruna çoğu kez kritersizliğe yaslanan sergüzeşt bir yol(suzluk) haritası verebiliyor. Benim yazı gemim böylesi bir fırtınada yüzdüğünden biliyorum bu tekinsizliği...

***

Hem Erdoğan hem Gül, çıkarttıkları polemiklerle; “siyasette eşzamanlılık üzerinden kurulan farklılık” tezini çarpıcı bir şekilde uyguluyorlar. Eşzamanlılık, fizikteki rölativite kuramına benzer bir şey aslında. Aynı anda, aynı hassasiyetlerden yola çıkarak farklı şeyler söylemek ve bu farklı şeylerin birbirini imha etmeden aynı anda doğrulanabilir olması gibi... Olumlama değil. Kanon harmonisi gibi. Gazele, peşreve, taksime alışmış bizlerin yabancısı olduğumuz bir çok seslilik.

Bu durum, ilk bakışta pragmatik gibi gelebilir, hele Gül ve Erdoğan gibi iki siyaset duayeniyse seyrettiklerimiz... Siyaseten böyle yapıyorlar siyaset içi ciddi bir muhalefet oluşturulamadığından, merkezdeki güç odaklaşmasını kısmen tolere edebilmek için nükleer çekirdeği parçalıyorlar izlenimi gelebilir aklınıza.

Sanırım her ikisini de uzun yıllar yakından takip edişim, birlikte omuz omuza verdikleri haklar mücadelesini sabırla izleyişim, iki sıkı yol arkadaşı olduklarına yakinen tanıklığımdır bu parantezi bana açtıran...

İktidarın ülkede ve dünyada ses getirici gücü, “yeni merkez sağ” tanımını o kadar pekiştirdi ki, siyaset gücünün bu kadar kalifiye odaklaşması, muhalefet eksiğini giderek daha fazla hissettiriyor. Güçlü siyasetin yol açtığı hibritleşme sivil hareketlerden, ticaret, medya, sanat, hatta spor ve turizm gibi apolitik alanlara kadar etkin. Muhafazakar demokrat siyasetin tüm çevre hareketleri de adeta melezleştirici/uyumlaştırıcı temposunun giderek otoriteryen bir doyuma dönüşmemesi, daha heterojen hale gelmesi gerekiyor... Demokrasi böyle bir şey, çatışmasız kuramaz harmonisini. Gül ve Erdoğan arasındaki orkestral “muhteşem denge”nin öyküsünü böyle okuyorum ben...