Gülendam can sıkıntısından profesör olacaktı

Gülendam ile Fikret’in düğünleri törenli, taksimli, merasimli bir şey olmuştu. Aslında Gülendam’ın aklındaki düğün olsaydı unutulmaz bir düğün olacaktı. Mesela nikah şekeri yerine çam fidanı dağıtmak istemişti ama kayınvalidesi, “İcat çıkarmayın, vatandaşın düğün günü ağzı tatlansın, nikah şekeri dağıtılacak” demişti. Balayına gitmeyip parasını Afrika’ya göndermek istemişti. Bu sefer Fikret itiraz etmişti; “Düğünde masrafımız çok oldu balayını ertelesek nasıl olur gülüm?” Düğüne çiçek istememiş çiçek yerine sokak hayvanlarına bağış yapılmasını istemişti de Fikret, “Gülüm hayvanlara süt ile ıslatılmış ekmek bırakıyoruz dükkanda, sen merak etme. Bırak çiçekler gelsin şanımız yürüsün” demişti. 

Evleri türlü çeşit makamlarda çalınan sazlar gibiydi. Sanat, spor, edebiyat ne ararsan vardı. Ev değil sanki belediye meslek edindirme kursu gibiydi. Dışarıdan bakılınca bu kadar renkli görünen hayatın bütün rengi, ahengi meğer Gülendam sayesindeymiş. Meğer o evin terazisi Gülendam sayesinde ayaktaymış. Evin beyi, Gülendam’ın kocası Fikret meğer sadece ambalajı güzel Almancı çikolatası gibiymiş. Almancılar çikolataları önemsemez yolda erir sonra tekrar donar çikolatalar. Ve tadı bozulur, aroması mayhoş olur. Fikret de uzun Almanya yolu gibi bir hayat yaşadığı için tadı bozulmuştu diyenler olabilir. Yani en azından dışarıdan bakılınca öyleydi. Oto sanayiinde yedek parçacı olan Fikret’in hayatı da senin benim hayatım gibi inişli çıkışlıydı işte. Bu hayat sebebiyle Fikret hassasiyetini törpülemiş, sanattan anlamaz, spora uzak, edebiyat çeşmesinden mahrum bir adam sayılmazdı. Uzun lafın kısası Fikret’in odunluğu anadan doğma idi. 

Ama Gülendam bunu nasıl anlamamıştı? 

Evlenmeden evvel Fikret’in içinde kalp yerine bir mermer taşıdığını nasıl görmemişti? 

Çünkü Fikret soru sormayan bir adamdı. Soru sorunca insan kendini ele verir. Gazetecinin soru soruşundan onun fikriyatını öğrenir usta siyasetçiler. Aynen o şekilde bir kişinin sorularından anlarsınız nasıl bir kişi olduğunu. Ama Fikret soru sormak yerine bıyık altından tatlı bir gülümseme ve şık giyinmekle ne çok şeyi halletmişti şu yalan dünyada. Gülendam da o gülüş ile takım elbisenin büyüsüne kanmıştı. Ama evlilik en çok da yalan duvarları yıkar ya evliliklerinin ilk altı ayında tüm sırları, mahremleri çözülmüş haldeydi. Gülendam ne kadar çırpınırsa çırpınsın Fikret kuru fasulye ile pilavı aynı anda yedikten sonra televizyon karşısında tatlı tatlı kestiriyor sonra da “yatmak lazım” diyerek esneye esneye günü kapatıyordu. Hafta sonu ise zaten dükkandaydı. “Bu memleket memur memleketidir. Vatandaş arabasını hafta sonu tamire getirir. Biz de işimizi hafta sonunda yaparız” diyordu ki haklıydı bir yerde. “Eğer bir işimiz varsa hafta içi yapalım Gülendam” diyordu. Yani Fikret ile sanat, spor, edebiyat arasındaki mesafe her geçen gün açılıyordu. Sonunda Gülendam sosyal sorumluluk projeleri, spor aktiviteleri, sanat organizasyonları ile ortada kaldı. 

İşte o günlerde “açık öğretim” denilen sihirli modeli keşfetti Gülendam. İnsanlar hayatlarının bir döneminde türlü sebeplerden yarım bıraktıkları hangi tahsil seviyesi varsa açıktan tamamlamak imkanına sahiptiler. Ve Gülendam liseyi dışarıdan bitirmeye azmetti. Fikret ise Gülendam’ı oyalayan devletine duacı oldu.

Gülendam ders çalışırken suyu emen sünger gibi öğrenmek aşkıyla dolu nadir öğrencilerdendi. Lisedeki hocalara dersle ilgili sorduğu soruları ilk defa duyan öğretmenler şaşırıyordu. “Acaba biz yanlış meslekte miyiz? Bu soruları daha evvel bize soran olmadı” diyorlardı. Gülendam türlü çeşit defterlere inci boncuk gibi yazılarla notlar aldı. O notları renkli kalemlerle yazdı. Akşamları Fikret uyumaya başlamadan evvel gün içinde ne öğrendiyse Fikret’e anlattı. Fikret para dışındaki şeylere mahsusçuktan hayret ederek dinleyebilmeyi öğrenmişti. Hayret etmeden dinleye dinleye beyni dinlemek ve anlamakla ilgili kısımları kullanımdan kaldırmıştı. Fikret dinlemek yerine “hı hı” sesi çıkarmayı yeterli görüyordu. “Hı hı” diyerek Gülendam’ı dinledi haftalarca, aylarca. Gülendam ise lise okur gibi değil de kutupları keşfeder gibi bir merakla okudu da okudu. Sonunda lise bitti. Liseden geriye bir diploma ve evin duvarlarına yapışmış kalmış “hı hı” sesleri kaldı.

Liseyi okuyan üniversite okumaz mı? Gülendam okumak konusunda engel tanımıyordu. Üniversiteye başladı. Fikret bir ara sormak istedi hangi bölümde okuduğunu ama her seferinde unuttu. Gülendam’ın işletme okuduğunu ancak üç sene sonra öğrendi. Gülendam işletme tahsiline devam ederken makale yazma hevesine kapıldı. Fikret için hava hoştu. Gülendam’ı motive etmek istedi. “Yaz tabi hanım senin ne eksiğin var? Hatta seni yoruyorsa verelim çıraklara onlar yazsın” dedi. Gülendam, Fikret’in akademik ciddiyetten mahrum bu teklifine gayet profesyonelce gülümsedi. İşletme alanında yazıp sağa sola göndermeye başladı. Ama hevesi dışında elinde pek bir şey yoktu. Sonunda dergilerden umudu kesti. Fikret hanımını teselli etti. “Gülendam hani şu güzel defterlerin var ya onlara yazsan bu makale dediğin şeyleri. Türkçe değil mi neticede. Defterlere yaz gitsin.” Gülendam doktora jürisinde bilmiş bilmiş konuşan asistanlar gibi oldu. “Fikret saçmalama” dedi. Fikret; “Ben de senin gönlün olsun diye söylediydim hanım...” dedi... ve uyudu kolayca...

Leylekler göçtü geldi, kışlar bahara döndü, öğrenci harçları ödendi, vizeler finaller derken işletme fakültesi de bitti. İşte o günlerde Fikret dükkan komşusu matbaacı Cüce Neşet Abisiyle kahvaltı ederken masaya serilmiş gazeteleri görünce aklına Gülendam’ın makaleleri geldi. “Abi senin gazetede boş yer kalıyorsa bizim Gülendam oraya yazı yazsın. Makaleleri çok birikti evde.” Neşet Abisi uyduruk bir karizmayla cevap verdi. “İstişare edelim de bakarız” dedi. Fikret anlamadı. “Abi kiminle istişare edeceksin? Matbaada bir sen bir de şu çırak var.” Neşet sinirlendi. “Bizim de istişare edeceğimiz yerler var aslanım. Sen bizi ucuz gördün biraz herhalde...? Neyse gönder gelsin yazılar...” dedi.

Gülendam ilk yazısının çıkacağı gün özel olarak hazırlık yaptı. Pasta, börek, çörek yaptı. Artık birazcık dar gelen nişan elbisesini giydi. Arkadaş, eş dost eve toplandı. Dükkandaki çırak gazete çıkar çıkmaz eve getirecekti. Hep beraber yenilip içilecek sonra gazete okunacak, fotoğraf çekilip bu an tarihe not düşülecekti. Arkadaşları birer birer geldi. Çaylar börekler servis edildi. Fikret beş kere arandı sonunda çırak gazeteyi getirdi. Gülendam heyecanlandı. “Ben bakamayacağım siz açın” diye gazeteyi arkadaşına verdi. Arkadaşı haşır huşur çevirdi zaten dört sayfalık gazetenin sayfalarını. Ama Gülendam’ın makalesi yoktu. Bir daha baktılar yoktu işte. O sırada sofra başında pasta, çörek ne varsa tıkınan çırağa baktılar. “Hani yazı?” dediler. Çırak omzunu silkti, ağzı dolu konuştu, “Bugün önemli mevzular varmış yazı ertelenmiş” dedi. Hemen gazeteyi alıp baktılar. “Mahalle çeşmelerinden su içersek ne olur?” isimli bir yazı, kocaman bir fotoğraf altında bir yazı “Bahar geldi çiçekler açtı bize de yazması kaldı” son sayfada sucuk reklamı, ilk sayfada ise Milli Eğitim Müdürü’nün “Bahar aylarında çocuklarımız derslerini aksatmasınlar” haberi vardı. Gülendam’ın arkadaşları onu teselli ettiler. “Sen ne yazdıydın kız?” dediler. Gülendam’ın verdiği cevabı anlamadılar, “hayırlısı olsun, düzelir” dediler...

Ama yazı ertesi gün de çıkmadı. Sonunda Gülendam’ın umudunu kestiği bir gün yazı çıktı. Yarısı kesilmişti. Başlığı yanlış yazılmıştı ama Gülendam deliye döndü. Arkadaşlarına telefon açtı. Müjde verdi. Arkadaşları Gülendam’ın neşesine ortak oldu. Resmi bayramlardan çok dini bayramlardan az bir sevinçle kutladılar. “Artık gerisi gelsin” dediler...

Ve gerisi geldi Gülendam yazdı da yazdı. Yazıları hep Neşet’in gazetesinde çıktı. Sonra bu yazıları aynı matbaada kitap yapmak istediler. Nasıl bir kitap olsun diye matbaaya gittikleri zaman Cüce Neşet ağzından kaçırdı. “Abla zaten bu yazıları okuyan olmaz. Fikret kardeşim de çok masraf etti. Kitabı da uygun bir fiyata yapacağız sen merak etmeyesin.” Gülendam önce anlamadı sonra Fikret’in yüzündeki mahcup gülümseyişten sezdi her şeyi. Meğer Fikret gazetede yazılar çıksın diye Cüce Neşet’e para veriyordu. Gülendam sevinsin mi üzülsün mü bilemedi. Boynuna sarılacaktı ama matbaadakilerden utandı. Sadece, “Çok sağol Fikret” diyebildi. Duygulandı, gözünden akanı sildi. “Artık kitap olarak da basılmasın bunlar. Masrafa gerek yok” diyebildi sadece. Ve izin isteyip kalktı o çıkarken Fikret arkasından seslendi. Gülendam durdu, döndü baktı acaba ne diyecekti Fikret, bu nazik durumda. “Akşama...” dedi Fikret “...bir revani yapsan da yesek sultanım....”