Halep oradaysa…

Geçtiğimiz yazıda Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanımız Sayın Alparslan Bayraktar'ın sözlerine yer vererek demiştik: 'sıkışık diplomasi trafiği'nden bağımsız değerlendirilmemesi daha isabetli tespitlerin yapılmasını sağlar.

Neydi o ifade hayırlayalım: "Eğer böyle bir muafiyet Türkiye'ye verilmezse, bu direkt Türkiye'yi etkiler. Burada Rusya falan hedef değil, direkt Türkiye hedef demektir."

Sayın Bayraktar o 'vurucu' cümleyi kurmasının üzerinden çok geçmedi; o haber düştü, önce Halep sonra Tel Rıfat.

İnsan sormadan edemiyor; gerçekten bu denli 'kritik' gelişmelerin üst üste gelmesi mümkün mü diye.

Nefes almadan sırasıyla dünya sahnesine çıktı gelişmeler: NATO Genel Sekreteri Mark Rutte, Amerika Birleşik Devletleri (ABD)'nin 'çiçeği burnunda' başkanı Donald J. Trump ile görüşmesi sonrasında Ankara'ya gelerek Sayın Cumhurbaşkanımızla görüşmesinden hemen önce Ankara-Rusya 'telefon diplomasisi' olmasına eşlik eden 'hedef Türkiye' açıklaması ile başkayan haftanın kapanışını Halep ve Tel Rıfat ile yapacağımızı kimse tahmin edemezdi tabii.

Aslında mevzu en başından beri aynı yerde gelip düğümleniyor: 2019 Haziran ayında Tel Aviv'de yapılan üçlü toplantı: Amerika Birleşik Devletleri, İsrail ve Rusya.

İşte ne olduysa ondan sonra oldu; akla hayale gelmeyecek gelişmeler birbirini kovaladı. Ve tüm olayların tek kesişim kümesi var: İran. O 'üçlü toplantı'dan çıkan 'üçlü mutabakat' da aynı mevzudaydı zaten: İran'ın Lübnan, Suriye ve Irak'taki etkisinin,yani 'vekil aktörlerin', çıkartılması karşılığında ABD Ekim ayından Kasım 2019'a dek Suriye'nin kuzeyindeki mevzilerden çekilirken yerine Rusya yerleşiyordu, ABD sadece Suriye'nin doğusundaki 'petrol kuyularını korumak üzere bölgede varlık gösterecekleri' açıklaması ile birlikte tabii ki.

Ocak 2020'de de Kasım Süleymani'nin suikasta uğradığı haberi gündeme bomba gibi düşmüştü; ABD-İran geriliminin 'en üst seviyeye' çıktığı bu olaydan sonra süreç bambaşka bir yöne doğru evrildi; çünkü ABD seçim sürecine girdi ve dönemin Cumhuriyetçi Parti'den başkan adayı Joe Biden daha seçim kampanyası döneminde başkan seçilirse 2019 yılında varılan 'üçlü mutabakatın' çökeceğinin sinyallerini veriyordu ve öyle de oldu: Biden yeni ABD Başkanı seçildiği anda hedefin artık İran değil Rusya ve Çin olduğunu açıkladı ve taraflar 'üçlü mutabakatın' çöktüğünü duyurdular. Orta Doğu'da 2019'da bu üç ülkenin o dönem orta noktada buluşturan 'paradigma' artık değişmişti; her ne kadar Rusya İsrail aracılığıyla ABD'yi tekrar müzakere masasına davet etse de bu olmadı ve o gündem bugüne gerek Orta Doğu'da gerekse Rusya-Ukrayna cephesindeki tüm gelişmeler bu değişen 'paradigma'dan doğan güç boşluğunda bölge içi ve dışı aktörlerin kendi çıkarları doğrultusunda bir 'düzen' oluşturma çabasından başka bir şey değil yani 'güç savaşı'.

İsrail ise o 'üçlü mutabakat' hedefini bu kez 'kendi' başına yapmaya devam etme yolunda adımlar attı hep. İbrahim Anlaşmaları ile sorunlarının olduğu bölge ülkeleri ile bir tür 'statüko' oluşturmaya çalıştı; Mısır ve Türkiye'ye 'proaktif' diplomatik hamlelerle adım atarken ABD'nin 'çileden çıkmasına' yol açan hamlesi Çin ile imzaladığı anlaşma oldu; gerçi İran ile de Çin'in içeriği açıklanmayan ve çok kapsamlı anlaşmaları sonrasında 'güven zedelenmesi' yaşadı ama o günden bugüne işte o 7 Ekim ile başlayan 'akla hayale sığmayan' ve gayet 'ultra-teknolojik' şiddet sarmalında o 'üçlü mutabakat' hedefindeki sırayı izliyordu: Önce Lübnan, şimdi Suriye.

Ama bir 'tarihi geri dönüş' bu süreci nereye götürecek işte o muamma. Herkes Donald Trump'ın resmen ve fiilen ABD Başkanı olacağı 20 Ocak 2025 tarihine çıpalamış durumda. 'Ön alma' diye ABD eski Başkanı George W. Bush'un literatüre kazandırdığı hamleler yapılıyor birer birer hem Orta Doğu hem de Rusya-Ukrayna cephesinde.

Öyleyse o atasözünün geri kalan kısmıyla noktayı koyalım yaşanan bu baş döndürücü 'trafiği' yorumlamaya-anlamaya-anlamlandırmaya çalışmaya: Halep ordaysa, arşın burada.