Halepçe’ye ağlarken Hama’ya gülmedik biz

Bizim bir tecrübemiz var. ‘Bizim’ derken kendimi murad etmiyorum. Benim de içinde olduğum kuşağın müşterek tecrübesini kastediyorum.

Biz yaşarken oldu İran devrimi. Biz yaşarken öldürüldü Enver Sedat. Biz yaşarken bombaladı Hafız Esat Hama’yı. Biz lanet ettik Esat’a. Biz çıldırdık, Hama bombalanırken. Saddam Halepçe’yi zehirlerken.

Ramazan Öztürk’ün çektiği resme bakarken. Hala gözümüzün önünde Halepçe’de, torununa sarılmış dede fotoğrafı.

Dede ölmüş. Çocuk da ölmüş.

Çocuğun masumiyeti ölmemiş. Dedenin sevgisi ölmemiş. Onlar duruyor. Bugün bile, bütün tazeliğiyle duruyor.

Bizim bir özelliğimiz vardı. Halepçe’nin yakılmasına ağlarken, Hama’nın yıkılmasına gülmedik biz. Ya da tam tersi. Hama’nın yakılmasına ağlarken, ‘Halepçe’yi boşver’ demedik.

Saddam’ı nasıl sevmiyorsak, Hafız Esat’ı da, Mübarek’i de, Burgiba’yı da sevmedik.

Bu bilinç, dini bilincimizle neredeyse özdeşti. İmanımızın hemen yanındaydı, hakikiydi.

Dolaylı değildi, takma değildi, elimiz kadar görünür bir şeydi.

Bu tecrübedir, Şam’da, Esat’ın sarayında bana o soruyu sordurtan.

O zamanlar iyiydi Beşşar Esat. Eli kana bulanmamıştı. Bulanmış idiyse bile biz bilmiyorduk.

Sordum Hama’yı. “O kanlı hadiselere bugünden baktığınızda nasıl görüyorsunuz” diye sordum. 

“O zamanın şartlarıydı” dedi Beşşar, “Belki o şartlarda ben de aynısını yapardım.”

Cevap korkunçtu, inanasımız gelmedi. Ama yaptı. Daha fazlasını, daha alçakçasını yaptı.

Hama katliamı sırasında, dünya sus pus, bir tek müslümanların canı yanıyor. ‘Ahh, bir el olsa’ diyoruz. ‘Bir el olsa, Suriye’nin güzel adamlarına yardım etse.’

Yoktu. Ne uzanacak bir el, ne sesleri duyabilecek bir kulak.

Yani biz, bugün, Türkiye’nin seçtiği ‘taraf’ı doğru buluruz.

Elbette Beşşar’ın yanında değil. Elbette öldürenlerin değil, ölenlerin, zalimlerin değil, mazlumların yanında.

Önceki gün, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nu dinlerken, bunların hepsini düşündüm.

Davutoğlu’nun yoğun, insanüstü çabasına yeniden tanık oldum. Kim olsa yorulurdu. Kim olsa bıkardı. Aynı lafı anlat, anlat, anlat, ikna et. Bahis kapansın. Ama, masadan kalktıktan sonra hiçbir şey değişmesin.

Sonra yeniden başla. Yeniden anlat, yeniden ikna et.

Rus diplomasisinin, İran hariciyesinin, Çinliler’in, sana verecek karşılıkları, üretecek tezleri  tükeninceye kadar anlat. Bir daha, bir daha ikna et.

Sisif efsanesindeki gibi...

Bütün enerjini ver. Bütün kelimelerin hakiki olsun. Bütün kelimelerin doğru olsun. Sözler verilsin, kağıtlar imzalansın. Hepsinde doğru veya doğruya yakın sonuçlar alınsın. Ama o sonuçlar uygulamaya yansımasın. (Konuyla hiç ilgisi yok ama, futbolda şikenin saha yansımamasını andırıyor biraz.)

Kim olsa bıkardı. Davutoğlu büyük bir enerjiyle, büyük bir sabırla, lüzum ettiğinde her şeye sıfırdan başlamayı göze aldı. Hiç yüksünmedi.

Şunu gördüm: Demek ki, Rusya samimi değil. Masada başka söylüyor, sahada başka yapıyor. Demek ki İran, Çin samimi değil.

Nitekim, son dönemde, İran, fiilen sahaya girdi. Rusya Esad’ın askeri gücünü takviye etti. Hizbullah da orada. Yani, Esat cephesi kendisini tahkim etti.

Şimdi önümüzde Cenevre var. Cenevre’de çözümün Esatlı mı Esatsız mı olacağı tartışılacak. Rusya Esatlı çözüm isteyecek. Türkiye ve Batı, Esatsız çözüm süreci isteyecek. Arap Birliği de, Türkiye’nin de büyük gayreti sonucu aynı pozisyonu benimsiyor. (Elbette, Esatsız çözüm doğru. Bu kadar uğraştan sonra Suriye yeniden katile mi teslim edilecek?)

Cenevre, önemli bir dönüm noktası. Davutoğlu’nun söylediklerinden bu sonuç çıkıyor. Başbakan Erdoğan da, Rusya ziyaretiyle bir bakıma Cenevre’ye hazırlık yapacak.

Ve bir kaç not: Dışişleri Bakanı, Esat’ın kullandığı yöntemleri ve aynı süreçte Türk diplomasisinin attığı adımları aşama aşama anlattı.

Çözüm sonunda Suriye’deki Nusayrilerin güvenliğinin de Türkiye için önemli olduğunu Davutoğlu’ndan işitmek güzeldi.

Davutoğlu, Türkiye kamuoyunun, Suriye hakkında doğu kaynaklı manipülasyona bu kadar açık olacağını beklemediklerini söyledi. Bu da kayda değerdi. Demek ki, yerel siyasetin çirkefliğini de hesaplara dahil etmek gerekiyor.

Bir not daha. Türkiye, 2 bin kadar Süryani mülteci de kabul etmiş. Midyat’a yerleşmişler. Kunaytıra’dan, Golan tepelerinin bulunduğu mevkiden 300’e yakın Çerkez de Türkiye’ye sığınmış.

Davutoğlu, gerçek bir çözüm planının şöyle test edilebileceğini söylüyor: Türkiye’deki sayıları 300 bine yaklaşan sığınmacılar, ‘evet, sorun çözülüyor’ diyecek ve kalkıp memleketlerine dönecekler.

İşte bunlar, kendi gözlemlerimden, Davutoğlu’nun ‘on the record’ ifadelerinden çıkardıklarım.

İnşallah bu çabalar sonuç verir, katil bir an önce durdurulur.