Haram helal defterinde ‘sinema’

"Din ve sanat, aynı madalyonun farklı yüzleridir” der, Tarkovski... Mecid Mecidi’nin “Muhammed” adlı filmi, gündem sarsıcı bir hızla girdi dünyamıza. Lakin madalyon neredeyse kırılacaktı! Zaten geçen yıldan beri hızla hazırlanıyordu kamuoyu bu tartışmaya. Ne ki siyasi konjonktürün, sinemaya bu derecede galebe çalabileceğini pek çoğumuz tahmin edemiyorduk. Sanatı, sinemayı konuşmaya gelemeden sıra, fıkıh, mezhep ve hıyanet-i vataniye tartışmaları her yanı kapladı.

Konu Hz. Muhammed (sav) ile ilgili bir sinema filmiydi oysa... Yani Hz. Peygamberin kendisi değildi. Ve fakat; Hz. Peygamber Efendimize (sav) dair ihtiram hassasiyeti, sevgi özeni, aşk ve sadakat bağlılığı cihetleriyle meseleye baktığımızda, elbette piyasadaki diğer filmlerden farklı bir yaklaşıma tabi tutulacaktı Mecidi’nin filmi... Dolayısıyla mevcut tartışmayı doğal, hatta yol açıcı buluyorum bir yönüyle. Tartışmayı küfür/hıyanet hadlerine taşımaksa elbette farklı bir şey...

Tartışmaların odak noktasında Mecidi’nin şia propagandası güttüğü iddiası vardı. Mecidi kendi ülkesinde pek de dindar bulunmayan, mollaların, mutaassıpların pek de hazzetmediği bir isimdir oysa. Bununla birlikte şia, İran’ın kültürel kodlarından olduğu için elbette bir sanatçı olarak içinde teneffüs ederek geldiği halvetten etkilenmiştir. Sanatta kriterler, temayüller olur ama salt objektivizm diye bir şey olmaz. İkinci sıradaki eleştiriyse, Hıristiyan etkileşimine dairdi. Uzun yıllarımı Hz. Fatıma ile Hz. Meryem’i okumaya vermiş birisi olarak dini içkinlikteki “sevgi” sözkonusu olduğunda, etkileşimin, benzeşimlerin, yerine ikame etmelerin, farklardan çok daha fazla ve karmaşık olduğunu söyleyebilirim. Güzellik ve sevgililik, derinlerde bir yerlerde birbirine geçişme, etkileşim, dönüşüm, karışım ihtimali yüksek berzahlardır. İşte fıkıh veya akleden kalp diyeceğimiz tartı, belki bu aşamada önemlidir. Sınırlar için gereklidir bu, hiç olmazsa gramerin ve lügatin kurulabilmesi için. Biçimle içerik arasındaki zorunlu ilişkiyi kastediyorum.   

Filmle ilgili dikkat çekici uyarılardan birisi; “imanı sarsılacak kişilerin bu filmi zinhar seyretmemeleri”ydi... Demek bir sinema filmiyle imanı derhal çöküp göçecek kişiler vardı, iş cidden vahimdi, söylenecek hakikaten bir şey yoktu... Doğrusunu isterseniz beklediğim vasatın çok altında gelişti tartışmalar ve eleştiriden çok galeyanla karşı karşıyaydık...     

***

Ressam Rene Magritte, 1927 sonlarında başlayıp 1929’larda tamamladığı bir dizi tablosuyla, imgeler ve gerçek arasındaki ihanetli ilişkiyi ortaya koymuştu. Tablolardan birisi tüm gerçekçi renkleri, perspektifi ve aşina olduğumuz formuyla bir pipoydu lakin resimde “bu bir pipo değildir” yazılıydı. İrkiltici bir uyarıydı bu, piponun dışında başka ne olabilirdi ki bu nesne? Üzerine kitaplar, dersler, tezler yazılacaktı bu küçük sorunun... Pipo’nun resmi ile Pipo’nun kendisi arasındaki mesafeye dikkat çekmek istiyordu oysa Magritte. Bizim için güncel olan Mecidi filmi de aynı soruya takılıp kaldı aslında... Bu bir filmdi, Hz. Peygamber’in (s) kendisi değil...

Ve fakat bu cevapla iş bitmiyor. Temsil eden ile temsil edilen arasındaki mesafe, politik ve yönetilebilir algı operasyonlarıyla doldurulabiliyor... Sadece sinema değil, görsel ve yazılı medya hatta sosyal iletişim alanları da benzeri işlevleri yüklenebiliyor. Yani bizim “sanattır, sinemadır” dediğimiz bir işin alt yüzünü açıp baktığınızda, ince veya kaba hemen her türünden propagandayla beslenmiş bir performans çıkabiliyor... Mecidi’nin filmine karşı çıkanlar da benzeri bir propagandist operasyondan şüpheleniyor büyük ihtimalle...

Peki ya sinemanın, sanatın politik bir şeyler söylemeye hakkı yok mudur? Doğu ve Asya sineması sözkonusu olduğunda “büyülü gerçekçilik” veya “rüya sineması”, “minimalizm” dedikleri tarz dışında hiçbir şeyi kabul etmeyen ana akım sinema bakışına göre; politik içerik, çerçevesi sınırlanmış “orient”e mayın tarlasıdır, yasaktır... Bu dayatmaya da kızıyorum ben. “Bir pipo veya bir kürek kemiği, onun ne olduğuna ben karar vereceğim” diyorum...

***

Hz. Meryem ile ilgili kitabımı yazarken, iki yıl boyunca Rönesans döneminde çizilmiş tüm Meryem tablolarını inceden inceye seyretmiş ve hayret etmiştim, ne kadar çok Meryem vardı tahayyülatta. “Değişerek devam etme” der buna Derviş Zaim... Her ressam kendi Meryem’ini, kendi içine doğan Meryem’i nakşetmeye çalışmıştı. Bu inşaattan çok şiir gibi bir şeydi. Nitekim Ali Saim Ülgen Trablusgarp’taki Turgut Reis Türbesinin restorasyonu esnasında, “mimari inşaat değil, şiir gibidir” demiş...