''Hasan başımın tacı, Hüseyin gözümdeki nemdir''

'Eyyam-ı Muharrem'deyiz.

Muharrem ayı, bizim dini takvimimizin başıdır. İnsanlık tarihinin çok önemli dönemeçleri, Muharrem ayında vuku bulmuştur. Hassaten Peygamber Efendimizin (sav) de dua, tefekkür, namaz ve oruçla yoğunlaştırdığı bir zaman dilimidir. Onun 'cennetin reyhanları' diyerek sevdiği, saçlarından öptüğü torunlarının hazin hikayesi de mahsusen Muharrem ayında daha çok hatırlanır.

Edebiyat tarihimiz, dini musiki külliyatımız, menkıbelerimiz, Hz. Fatıma ve evlatlarının şehit edilişleri, özellikle Muharrem ayının 10. günü yaşanan Kerbela dramı ile doludur. Tarihimiz, Ehli Beyt sevgisine ve ihtiramına dair gerçekleştirilmiş önemli numunelerle doludur. Dergahlar, tekkeler, zikirler, ilahiler, naatlar, sadakalar, sebiller, infaklarla birlikte düşünüldüğünde Ehli Beyt'in hatırası Osmanlı sosyal hayatında çok anlamlı bir yerde durur...

Hz. Hüseyin ile aile mensupları ve yoldaşlarından yetmiş kadar kişinin 10 Muharrem 680 tarihinde zalim Yezîd kuvvetlerince Kerbelâ'da şehid edilmesi sebebiyle duyulan üzüntüyü ifade etmek, bu vesileyle Ehl-i beyt sevgisini gönüllere yerleştirmek için yazılan şiirlere 'muharremiyye' denilmiştir. Bu şiirlerin ilâhi veya tevşîh formuyla bestelenmiş şekillerineyse " muharremiyye ' adı verilmiştir.

Uzun yıllardır Yûnus Emre'ye ait olduğunu zannettiğim, ama aslında Âşık Yûnus'a ait olan, "Şehidlerin serçeşmesi / Enbiyânın bağrı başı / Evliyânın gözü yaşı / Hasan ile Hüseyin'dir' ilahisi de en tanınmış muharremiyelerdendir ve mevlitlerde de okunur, hatta Rumeli'de evlilik meclislerinde, sünnet merasimlerinde, hatim günlerinde de okunur...

Muharrem ayının başlarındayız. İstedim ki bugün, bu yazıyı okurken içinizden o masum güzellere selat selamlar geçsin. İstedim ki zamanın yaraladığı gönüllerimizdeki yaralar, aslen eskidir, önceki zamanlardan kalmadır... Bir yetimlik, bir erişememişlik, bir öksüzlük yarasıdır yaramız, istedim ki şu debdebeli çağda gönüllerimize Ehli Beyt'in hatırası düşsün....

Küçükken korkarak uyandığım gecelerde, anneanemi namaz kılarken bulurdum... Bana tebessüm ederek 'bir gül bahçesini düşün ve içinde gezinen Hz. Peygamber Efendimizi' derdi. Bu yaşa geldim, o bahçede hala gezinirim, çünkü insan emin olmak ister, yaşı kaç olursa olsun, büyük ihtimalle içeri alınabileceğinden, affedileceğinden, merhamet edileceğinden hatta belki sevileceğinden bile, hep ümit etmek ister... Sevgili Peygamberimiz benim umut bahçemdi...

Yıllar içinde Resulullah'a (sav) olan bu çocukça bağlılığımın yani onun güllerle dolu bahçesine kaçışlarımın yerini, harfler sahilinde uzun çok uzun yürüyüşler aldı. O yürüyüşlerimde Efendimiz Resulullah'ın hayatı ve hayatı yaşayış hikayesi içinde rastladığım en hususi isimlerdendir Hz. Fatıma... Yani 'binti Resulullah', yani 'Zehra', yani 'babasının annesi', yani 'valide-i şüheda'...

Fatıma isminin, tıpkı pırıl pırıl parlayan göz alıcı bir yıldız gibi binlerce kamaşması olduğunu fark ettim yıllar içinde, sanki muhterem babasının gül bahçesi nasıl bir sonsuzluk bahçesi ise, Hz. Fatıma'nın isimleri, halleri de bana sonsuzmuş gibi gelir halen... Bu kuşkusuz sevmekle ilgilidir, tabi olmakla ilgilidir bir kısmıyla, ama o mukaddes öznenin mükemmelliği zaten herkesi kendine doğru çeken acayip bir ruh mıknatısı gibidir...

Hz. Fatıma'ya çocukluğumdan beri bağlanışımda, en önemli sebeplerden birisi onun çok da koşul ileri sürmeden hemen her talibe, olumlu olarak yaklaşmasıydı. Yani karnı çok aç olan bir yoksula veya günlerdir ağzına bir lokma girmemiş bir yetime, ya da yerinden yurdundan çok uzakta olan bir muhacire, yolcuya, öğrenciye, dul kadınlara, kız çocuklarına gösterdiği özen mesela.. Onların gözlerindeki hüzün, dile getirilemeyen, mahcup bir edayla başlarını öne eğişleri, Hz. Fatıma'yı her seferinde rahatsız ediyor, her seferinde o gözlerinden okuduğu şeyi, yani hem yoksulluğu hem de yoksunluğu hemen giderivermeye çalışıyordu... Beni en çok bu veri'ciliği, verme sevgisi, bağışlama, ikram, inayet, bahşediş, buyur ediş tutkusuyla etkilemiştir Hz. Fatıma...

Tutku... Çünkü onun ruhaniyetinin vazgeçilmez bir parçası olarak takip edebileceğimiz hüzün, onun davranışlar alemindeki nezaketi, alicenaplığı, tevazu ve vakarı, hatta sessizliğin vakarını ve rıza makamını ister istemez taşıyordu. Tüm bunlar, bir hücrenin çekirdeği gibi varoluş tutkusunu yoğunlaştıran şeylerdi... O bir cömertlik sultanıydı. Cömertlik ve infak tutkusu olunca da, ister istemez dünyevi boyundan çok ağır sorumlulukların altına girerek, hayatını inandığı değerlere feda edebiliyordu... Nitekim Hz. Fatıma'daki cömertlik ahlakı, yetiştirdiği evlatlara da sirayet etmiş, onları şehadete asil ve mağrur şekilde yürüyecek takate ulaştırabilmiştir...

ve Kerbela...

Asırlar sonrasında bile yerimiz Hz. Hüseyin'in yanıdır, bu çocukken de böyleydi, halen ağlayarak şehadet ederim ki yerimiz, yanımız Hüseyin'in yeri ve yanıdır.

Çok sonraları, Cerrahi şeyhi Hacı Muzaffer Ozak Efendi ve talebelerinin içleri kan ağlayarak okuduğu 'Hasan başımın tacı, Hüseyin gözümdeki nemdir' diyen ilahide, artık ben de ağlıyordum. Bunu tam olarak objektif ifadelerle anlatamam, ama bir ok sanki gönlüme batıyor ve beni büyük bir bahçeye ilikliyordu bu hüzünle. Böyle bir şey...