Kendisinden baþkasýný düþünmeyen ‘ego-maniac’ bir ‘Sadece Ben’ çaðýnda, karþýmýza çýkan bir pandemik/ dünya çapýnda salgýnýn, zengin-fakir ayrýmý yapmadan herkesi vurmasýyla; insanlýk önüne acaba yeni bir ufuk açýlýr mý ve materyalizmin gem’i azýya aldýðý bu çaðda içine düþülen ‘hodbin/bencil’lik çukurundan çýkýlýp, ‘digergâm’lýðý/ baþkasýný da düþünmeye yol bulunabilir mi dersiniz?
Ünlü rus yazarý Lev Tolstoy, bir savaþa, -prens olduðu için, üst dereceli bir kumandan rütbesiyle- katýldýðýnda; bir subayýn, bir askeri acýmasýzca dövdüðünü görünce, ‘O da senin gibi bir insan.. Utanmýyor musun? Bu hakký nereden alýyorsun? Hiç mi Ýncil okumadýn?’ diye çýkýþýr. O kumandan da ona, ‘Siz de ‘Askerin Eðitim Nizamnâmesi’ni okumamýþsýnýz Prens cenaplarý..’ der.
O zaman Tolstoy bir daha anlar ki, insanlara yalnýzca, maddî- materyalist bir deðerler sistemine göre bakýp, onlarýn derunî -manevî dünyalarýnýn olduðu idrakinden yoksun olanlardan insaf gibi hasletler beklenemez.
Yarým asýr öncelerde bir dergide, ‘Memento Mori!.’ baþlýklý bir makale okumuþtum. ‘Ölüm’ün, ‘hayatýn en ayrýlmaz ve gerekli bir gerçeði’ olduðu anlatýlýyordu yazýda.. 2500 yýl öncelere aid bir mermer mezar taþýnýn fotoðrafýnda da, iþte o, ‘Memento Mori..’ yazýsý vardý ve latince, ‘Ölüm’ü düþün!.’ ihtar ve tavsiyesi..
Ölüm, hayata biraz derince bakabilen her insanýn ve toplumun taa baþtan beri anlamaya çalýþtýðý, bir gerçek..
Bir dost anlattý: ‘Yýllarca önce, 10 gün kadar sürekli yaðan nisan yaðmurlarýndan sonra güneþli bir havaya kavuþunca, 3,5 yaþýndaki torunumu parka götürdüðümde onbinlerin de park yerlerine hücum ettiði görülüyordu, iðne atýlsa yere düþmez kabilinden.. Torunum saatlerce oynadý ve sonra yoruldu.. ‘Gidelim artýk..’ dedi.. Dönüþte, ‘Dede, insanlar iyi ki ölüyor. Yoksa bize oynayacak yer kalmýyacak..’ deyivermiþti.
O çocuk, yoksulluk içinde olsaydý, hayata ve yarýnlara bakýþý daha farklý olurdu, muhakkak ki..
Nitekim, çocuk psikiatrisi bir doktor arkadaþ geçen gün, ‘Suriye’li çocuklardan öyleleri var ki, henüz 2-3 sene öncelerde ana-baba ve kardeþleriyle, huzur içinde yaþadýklarý günlerin gerçek olduðuna þimdi bir türlü inanamýyorlar. Bir hayâl âlemi gibi görüyorlar o geçmiþlerini..’ diyordu. Sahi, o çocuklarýn içindeki fýrtýnalardan haberdar olmayanlar, hayata sadece ‘ben/ene/ego’ penceresinden bakmaktan nasýl kurtulabilir?
Ama, yeni nesiller de þimdi ‘kocaman çocuklar’ olarak bakýyorlar hayata; ‘Sadece Ben’ mantýðýyla..
Bugünlerde ekranlardaki tartýþma programlarý, neredeyse, ‘Coronavirus’e karþý tedbirden ziyade, topluma ölüm korkusu pompalamak mihveri etrafýnda devam edip gidiyor. Dehþete kapýlmýþ bir halde, ‘Ölüm.. Sonrasý yok..’ gibi laflar eden kocaman kiþilere bile rastlanýyor. Materyalistler, sadece kendilerinin yaþama hakkýný aziz bilir; ‘Cehennem, yani diðerleri..’ derler. Nitekim Avrupa ve Amerikan toplumlarý, bütün insanlýðý tehdit eden son salgýn, ancak, tehlike kendi kapýlarýna gelince uyandýlar.
Doðrusu, ‘ölüm’ün yok olmak deðil ve hayatýn bir varlýðý olduðuna inanýlmadýkça, hayat nasýl anlaþýlabilir ki? Ölümü düþünemeyenler hayatý da anlayamaz.
Edebiyatýmýzda Câhid Sýtký Tarancý þiirlerinde ölüm korkusunu iþlerken, ‘ölüm’ü korkulacak deðil; sevdiklerine kavuþmak fýrsatý olarak düþünen Ziya Osman Sabâ ise, ‘Rabbim, çok þükür öleceðiz!.’ der. Mesnevî diliyle, ‘perdenin öte tarafýna geçmek’tir, hayatýn bu gerçeði..
Dünyaya hikmet ve irfan penceresinden Müslümanlar, ‘Uykuyu küçük ölüm bil; ölümü de derin uyku.. Tekrar uyanacaksýn..’ derler.