Havadan, sudan, biraz da eski günlerden

Birkaç günlüğüne Kore’ye gidip oradan izlenim yazıları gönderince kendimi geçmiş dönemlerin yazarları gibi hissetmeye başladım: Suriye’de iç-savaş, İran’dan uygunsuz tepkiler yok... Gaziantep’te, Şemdinli’de, Beytüşşebap’ta, Afyon’da ölümler yok... Bunlar olmayınca şehitler ve şehit cenazeleri de yok...

 Dönemin yazı üstadları da ne yapsınlar, gittikleri gördükleri yerlerden, ziyaret ettikleri sergiler ve izledikleri filmler ile tiyatro oyunlarından söz eder, tıkandıkları noktalarda gençliklerinde başlarından geçenleri anlatırlardı.

Takdirle, beğenerek, bazen not alarak okuduğumu hatırlıyorum.

 Refi Cevat Ulunay (1890-1968) benim ‘okur’ olduğum yıllarda

‘Takvim’den bir yaprak’ sütununu

Milliyet’e taşımıştı. Tuzla’daki çiftliğinde yaşadığını, nadiren gazeteye uğradığı günlerde bayağı bir zahmete katlanması gerektiğini duymuştum. Çiftlikten Tuzla’ya sırtında geldiği eşeğini istasyonun ahırına bırakır, oradan trenle Kadıköyü’ne uğrar, karşıya vapurla geçermiş...

 Akşama aynı yolu tersinden yapmak zorunda kaldığını da düşünün...

 Çiftliğinde ürettiği sütü, yumurtayı, tereyağını satarmış

Ulunay...

Ulunay’ın aklıma gelmesinin sebebi seyahatim sırasında okuduğum

Mehmet Nuri Yardım’ın

‘Kayıp İstasyon’ kitabı oldu. Bazısı dergilerde yayımlanan yazılar daha önce bu adla kitaplaşmıştı; kitap şimdi daha iyi bir baskı ve ciltle çıktı (

Anonim Yayıncılık, Tel.: 212- 520 0740; Faks: 212- 511 8723).

Kimi unutulmuş, kimi özellikleri fazla bilinmeyen yazarların hayatlarından kesitler sunuluyor

‘Kayıp İstasyon’da.

Patlamalar, kalkışmalar, baskınlar olmayan bir devirde yazanların başları sâlim, kendileri güvence altında mıydı peki?

Ulunay İttihat ve Terakki karşıtı ve Padişah taraflısıydı; bu sebeple hem Osmanlı döneminde, hem de Cumhuriyet’e geçince başı dertten kurtulmadı. Hayatının en değerli sayılabilecek yıllarını (önce 1914-1918, sonra 1922-1938) sürgünlerde geçirdi.

Anılarından oluşan

‘Bu Gözler Neler Gördü’ adlı ölümü sonrasında yayımlanan eserde, sürgün döneminde Fransa’ya da geçerek yanlarına uğradığı mahlu padişah

Sultan Vahideddin ve çevresinin yaşadıklarını da kendi gözlemiyle aktarır.

Kitabında (s. 13), dönemin İngiliz büyükelçisinin

Sultan 2. Abdülhamid için sarf ettiği şu sözleri de aktarır

Ulunay: “Bu zatın, daha uzun seneler yaşamasını ve hükümdar olarak kalmasını temenni edelim; çünkü bu adam olmazsa dünya birbirine girer ve umumi harp olur.” Eh, oldu da...

Yine

Sultan Hamid’le ve onun diplomatlığıyla ilgili bir başka anı...

Avrupa devletleri Osmanlı’ya bazı talimatlarını iletirken bunu İstanbul’daki sefirlerinden oluşan bir meclisin en kıdemli üyesi aracılığıyla yaparlarmış. Kıdemli İspanya sefiri yaşlı biriymiş ve

Sultan Abdülhamid onun damarına basmayı bilirmiş...

Fransa sefiri bir seferinde ayak diremiş; “Bu defa talimatı ben götüreceğim” ısrarına girmiş ve kazanmış... Ancak bu iznin çıktığı anda hafiyeleri aracılığıyla Padişah’ın olaydan haberi olmuş... Fransız sefirinin arabası Yıldız Sarayı’nın önüne geldiğinde Padişah balkondaymış; sefiri oraya almışlar. O sırada aşağıdaki bir ata bakmaktaymış Padişah...

Hayli bir zaman hayvanlardan konuşmuş, ölen bir atının eşsiz kaldığı için çektiği hüznü anlatmış; aynı cins bir at tedariki için sefirin yardımını istemiş...

Sefir de altta kalır mı? Hayvanlar konusundaki bilgisini sergilerken ülkesinin hayvancılığa verdiği önemi de anlatmış da anlatmış... Tam esas konuya geçilecekken,

Sultan Abdülhamid zile basmış ve içeri giren mabeyciye, “500 Napolyon getiriniz” demiş sipariş at için... Bir at için hayli fazla bir para; belli ki, gerisi sefirin gönlünü kazanmak için... Para el değiştirirken, Padişah saatine bakmış ve “Afedersiniz, namaz vakti geldi, bana müsaade” deyip görüşmeyi bitirivermiş... Sefir esas konuya geçemeden...

Kore’de Türkler ile akrabalık iddia eden ilim adamları varmış... Sofrada en kolay siparişi ‘su’ içenler verdi. Koreliler de ‘su’ya ‘su’ diyorlarmış, biliyor muydunuz?