Havalar da açıyor inşallah..

Bizde adettir, mektuplarda, telefonlarda “hava”lar bahsine önem veririz. “Oralarda havalar nasıl inşallah” şeklinde dilbilgisine baş döndürten bir eda.  Nisan yağmurları sürüyor. Büyükler önem verirlerdi baharın ilk yağmurlarına, rahmetli babaannemiz, ilk yağmurlar yağarken çıkıp altında ıslanmayı, suyunu toplayıp içmeyi, bebeklerin saçlarına sürmeyi, dışarı çıkıp da ıslanacak takati olmayan ihtiyarların yüzlerine kollarına sürmeyi salık verirdi bizlere.  Sadece insanlara mı? Koyunlara, keçilere, evlerde yaşayan kedilere, bahçedeki köpeğin kabına, kafesteki kuşun gagasına da birkaç damla “ ilk yağmur suyu” atlanmazdı ihtiyarların defterinde...

Nisan yağmurları, toprağın uyanışı, tabiatın dirilişi anlamıyla hayata dair büyük bir ümidi taşır. Yeni bir deftere başlarken nasıl da sevinir heyecanlanırdık çocukken, onun gibi. Veya çok sevdiğiniz halde küsüp de konuşmadığınız bir arkadaşınızla, nihayet barıştıktan sonra dokuztaşı dizip yeniden oynamaya başladığınızdaki sevinç gibi... Askerdeki kardeşinizden gelen iyilik sağlık mektubu gibi. Bebeğinizin çıkan ilk dişi, babanızın hasta yatağından doğruluşu gibi... Bahar da. Gelir bir gün. Hiç gelmeyecekmiş zannettiğiniz anda çıkar da gelir bir gün...

Sahabeler anlatır; bulutlar kaplayınca gökleri, Resulullah(s) bir aşağı bir yukarı yürüyerek, dua etmeye başlarmış. Hz.Enes(r) yağmur başlayınca hemen başındaki sarığı açarak yağmurun altında ıslanmaya çıktığını anlatıyor Fahrikainatın. Müslim ve Davut’ta da aktarılan bu habere göre; “Rabbimizin yeni yarattığıdır, az evvel husule gelmiştir” dermiş Hz.Peygamber(s), yağmur damlası için...

Konya’daki Mevlana Müzesinde sergileniyor: Halkın “ebril kazanı” dediği büyükçe tasta, nisan yağmuru biriktirilirmiş, dervişler, yolcular, hastalar içsinler diye...      

 

Osmanlı İstanbul’unda hafızlık talimi yapan çocukların saçları tıraş edilirmiş eyyam-ı buhur günlerinde. İlk nisan yağmurlarında mektebin olduğu sokaktaki kapıları çalıp, el öpüp dualar alırlarmış, hocaları o çocuklara ilk yağmurların sularından içirirmiş, “hıfzın gür ola” diyerek. Anneannem hastalandığı için vaktinde arkadaşlarıyla havalanıp da göç edememiş bir leylekten bahsederdi bize. 1910 yılı civarında olsa gerek, Anneannem yedi sekiz yaşlarındayken, Eyüp Sultan’da ahalinin baktığı o hasta leyleğe yağmur suyu içirdiklerini anlatırdı. “Hacı leylek” derdi ona, kardeşimle biz, o leyleği saygıdeğer, bilge bir ihtiyar olarak hayal ederdik çocukken. Bu yaşımda halen rüyama girer biraz ateşim çıktığında. Burnumda tüter yağmur suyu, ilk yağmurların toprağa düştüğünde çıkardığı buhar...      

 

Geçen gün nisan yağmurlarını konuşurken Şehir Üniversitesindeki değerli akademisyenlerden edebiyatçı Dr.Berat Açıl şu mısraları hatırlattı: “Ebr-i nisândan sadef dür-dâne ef’î sem kapar” (Belîğ) Yani; nisan yağmuru istiridyede inci, yılanın ağzında zehir olur... Aynı sudan içerler de birinin sözü inci diğerininkiyse nasıl zehir olur? Tıpkı Mevlana’nın söylediği gibi; aynı sudan tadarlar da bir gül diğeri diken olur. Burada kuşkusuz “istidat”tır, kabliyettir devreye giren ilk bakışta, suyu inciye veya zehre dönüştürmenin harcı... Ama bu kuşkusuz ilk bakıştır. Daha özdeyse alemdeki zıddiyetlerin ahengi vardır. Diken olmasaydı, gülü kim koruyacaktı? Veya yılan zehrinin nice hastalıklara şifa verecek ilaçlarda kullanılması gibi. Ya da istiridyede can bulan incinin, insanı baştan çıkartan eli kana bulatan bir ihtirasa konu olabileceği gibi... İstidatın iyiliğe veya kötülüğe meyilli olması değil, bu istidatla bizim neyi nasıl yaptığımızdır önemli olan.

Bu alemde hiç birimiz fazlalık değiliz. Hepimizin gördüğü bir iş, bir hal karşılığı vardır vesselam...

...............................................

Çözüm Sürecinde duam, kalplere, vicdanlara bereketli yağmurların yağmasıdır. Yağmurda kapınızı çalarsam sakın şaşırmayın. Yeter ki selamlaşalım halleşip konuşalım velevki “havadan sudan” olsun...