Hayatın değerini anlayamayan insanlar var

Ölüm oruçlarını anlatan filmler sırasıyla vizyon almaya başlıyor. Açlığa Doymak, bunların en tartışmalılarından biri olmaya aday... Filmin yönetmeni yönetmeni Zübeyir Şaşmaz sorularımızı cevapladı.

TÜRK sineması kendi halkının trajedilerine artık daha doğru ve zamanında tepki göstermeye başladı. Daha yeni ölüm oruçları belasını sonlandırsak da sinemamız hemen bu acıyı odağına alan filmler üretmeye başladı. Haliyle bu kadar trajik olayı konu edinmek hem risk taşır hem de bir birikim gerektirir. Bu hafta vizyona giren Zübeyir Şaşmaz’ın filmi Açlığa Doymak üreticileri açısından çok riskli bir yapım. Filmin öyküsü, dili ve çözümleri izleyici karafından kabul göreceği gibi bir çok eleştiriye de açık. Herhangi bir siyasi duruşa dayanmadan sadece Zübeyir Şaşmaz’ın  dünyaya bakış açısının izlerini taşıyan filmi anlamak için yönetmenin söyledikleri herhalde çok önemli. Bu film için Şaşmaz dışında kimseyle konuşmak aklıma gelmezdi. Eleştirilere göğüs germeyi şimdiden kabullenen bu genç yönetmenin gelecekte yapacağı filmlerde de aynı cesaretle tavır almasını umut ediyorum.

-Proje nasıl ortaya çıktı?

2009 yılında Kök ve Dal’ı yazdıktan sonra ikinci film olarak aklımda bu vardı.  Bir üçleme yapacağımı düşündüm ama diğer filmler girdi hayatıma. Yazamadım ve heyecanım kalmadı. Temmuz ayında dedim “Artık olmuyor böyle yazayım, bitireyim ben şunu.” Mustafa Çevik’le oturduk yazdık. Öktem Hoca (Başol) var: Benim Kök ve Dal’ı beraber yazdığım hocam, senaryo doktoru, Sorbonne’dan gelmiş enteresan bir abidir. O tam olarak doktorluk yapmadı da “Ya şunu şöyle mi yapsan” gibi bir şeyler söyledi sağolsun. Fikirsel danışmanlıktan ziyade teknik bir danışmanlık yapmaya çalıştı. Çok da sözünü dinlemiş olduğum bir film değildir.

-Her konuştuğumuzda bu filmin sizin için çok özel bir üretim olduğunu algılıyorum. Bu film niye sizin için bu kadar önemli? Sizi ifade eden bir karakter var mı?

Burada hiç olmadı. Yazarken en rahat yazdığım senaryoydu mesela. Sena karakteri de... Eyüp karakteri gerçekten zorladı. Herhalde kendi hayalimi gerçekleştirdiğim ilk film olması benim için önemli. Alt metin olarak kendi hayatımdan, Kök ve Dal’dan çok daha fazla done var aslında. Burada daha kurmaca bir dünya var ama yine de altında, koyduğumuz karakterlerde Mustafa da var, ben de varım. Bu filmin kaba kurgusu 180 dakikaydı, 127’ye indik. Üç karakter olunca, herbiri 40 dakika. 20 dakikada karakterin öncesini, sonrasını anlatabilme ihtimaliniz yok. Genelde dünya sinemasında da hep böyledir.

KİMSENİN MASUM OLMADIĞINI ANLATTIK

-Cast’ı nasıl seçtiniz? Mesela Mete Horozoğlu’nun dışında sürpriz isimler de var.

Türkiye’deki audition (oyuncu seçme) anlayışına da girmek istiyorum burada. Çok saçma sapan bir mevzu oluyor. Tiyatroda tirat diye bir şey var, sinemada tirat yok. Sinemada oynamak dediğiniz şey karşılıklı etkileşimdir. Sinemada oyunculuk budur biraz. Sahneleri seçtik hatta filmde olmayacak bazı yazdığımız sahneler vardı, onları oynattık oyunculara. Öyle seçimler yaptık. Bir taraftan da benim önceden çalıştığım, gönül bağımın çok olduğu insanlar var. Onlarla biraz rica üstüne yürüdü aslında “Gel sen de oynasana abi” tadında... Musa Abi mesela (Uzunlar) benim tiyatroda çok sevdiğim, çalışmaktan keyif aldığım bir oyuncu.  Hakan Abi mesela (Boyav)... Çok enteresan bir adam.  Mete’ye de (Horozoğlu) gönderdik senaryoyu, okudu, beğendi, onun üzerine çalışmaya başladık.

-Konusu ölüm oruçları olsa da film bambaşka bir odağı işaret ediyor gibi...

Filmde aslında üç tane açlık hikayesi var. Ve üç açlık, bu karakterlerin amaçları değil yolları diye tanımlayabiliriz. Sena karakterinde ölüm orucuna girme durumu var, diğer karakterde halvet var, bir diğer karakterde de güzellik. Kimsenin masum olmadığını anlatmaya çalıştığımız bir film ve insanların vicdanıyla yüzleşmesi için yaptığımız bir film.

HİNDİSTAN’I GÖRÜNCE HER ŞEY DEĞİŞTİ

-Film çok cesur ve o oranda eleştiriye de açık. Buna hazırlıklı mısınız?

Hazır olmaya çalışıyorum. Ben bir gerçekliği anlatma yolunda hareket ediyorum. İnsanların hatalarını yüzüne vurmak çok sinir bozucudur. Ben herhangi bir filmde bu kadar yüzüme karşı bir şeyler söylendiğinde rahatsız olurum ama bir taraftan beni düşündürür, uykumu kaçırır ama konumumu ve ne yaptığımı anlamama yardımcı olur. 15 günlüğüne Hindistan’a gitmiştim. 15 milyon insan sokakta yaşıyordu ve ben bir otelde kalıyorum. Kendi kendime dedim ki “Ne güzel bir yastığım var.” Benim bunu görmem gerekiyor ki “Yastığım var” diye şükredebileyim. Bu insanları da görmek gerekiyor ki bence hayatımın değerini anlayabileyim.Çünkü burada hayatın değerini çok anlayamamış insanlar var diye düşünüyorum.

-Ölüm orucu belirli bir siyasi tercihin devamı olabilir fakat Sena karakterinin çok da politik bir kimlik olmamasını nasıl açıklıyorsunuz?

Bu karakteri yazmaya başladığımızda ‘politik şeyler söylemeden nasıl yazarız’ diye kurguladık. Bir tarafta gerçeklik ve onların aslında bir mağduriyeti var. Ve o mağduriyete taraf olarak onların yanından baktığınızda daha objektif gitmeye çalıştık. O insanların hayatlarında yaşadıkları “İnsan o noktada herşeyi yapar” algısına gelmeye çalıştık. Bu biraz neden-sonuç ilişkilerine benziyor. Sinema yazarken genelde Aristo mantığı ile bir şey yazmaya çalışıyorsunuz. Gerçeklik gereklilik gibi kafayla bir şeyler ortaya atmaya çalışıyoruz, film yapısını öyle kurmaya çalışıyoruz. Bu neden-sonuç ilişkilerini de gerçekten biraz düşündüğünüzde, insanın kendini tanımlama yerinde aslında nedensizlikler var. O nedensizlikleri bulmaya çalıştığımız bir durumdu Sena karakterinde yaptığımız şey.

-Yeni Türk sinemasının minimalist gerçekçilik olarak adlandırılabilecek bir tarzı var. Bu gerçekçilik, gerçekten hayatın gerçeğini ifade ediyor mu sizce?

Bence etmiyor çünkü hayatta belki de bu kadar nedensiz yaşamıyoruz biz. Albert Camus’nün Başkaldıran İnsan’ındaki durumu, Yabancı veya Mutlu Ölüm’deki karakterin o nedensizliğini bilsem de neden o adamı öldürdüğünü anlamıyorum. O da bir tarz ama bunun doğru algılanıp, doğru şekilde izleyiciyle buluşturulduğunu sanmıyorum. Karakter yaratmada biraz eksiklerimiz olduğunu düşünüyorum.

15 günlüğüne Hindistan’a gitmiştim. 15 milyon insan sokakta yaşıyordu. Kendi kendime dedim ki “Ne güzel bir yastığım var.” Benim bunu görmem gerekiyor ki bence hayatımın değerini anlayabileyim.