Hep kavga mı edelim?

Kimine göre iyi oldu, kimine göre kötü ama şu gerçek; Türkiye’de son 10 yılda çok şey değişti. Bu değişimin birinci vasfı, askerin siyaset üzerindeki doğrudan ve dolaylı müdahalelerinin yargılanıyor olması;askerin kendi görev alanına çekilmesi, siyasetle ilgili görüş beyan etme, gazetecilere manşet attırma, spot yazdırma alışkanlığından vazgeçirilmesi oldu.

 

Bu gelişme Türkiye’nin çehresini değiştirdi ve nihayet Türkiye demokrasi ligine çıktı. Demokrasiyle ilgili eksiklikler, gerçekte hüküm sahibinin asker ve bürokrasi olduğu düzen son bulduktan sonra konuşulabilecek bir şeydi. Nitekim öyle oldu; zevahiri kurtaran parlamenter rejimimizi her an frenleyen Anayasa Mahkemesi gibi vesayet kurumları da tedrici olarak asli pozisyonlarına döndürüldüler. Bu süreç aynı zamanda derin devletin derin dehlizlerine çomak soktu. Belki beli kırılmadı, tümden iş göremez hale getirilemedi ama bu derin devletin eli kolu budandı. Devlet bürokrasisinde de önemli ölçüde şeffaflaşma yaşandı.

Silivri sataşmaları

Bu gelişmeler siyasetin itibarını artırdı, siyaset kurumuna güveni geri getirdi, siyaseti halka açtı. Bir “normalleşme” süreciydi bu. Fakat aynı zamanda eski düzenin köşe taşlarının, bekçilerinin, taşeronlarının, baronlarının, fedailerinin, zenginlerinin, derin güçlerinin ve hatta “ne iyiydi böyle geçinip gidiyorduk”çularının canını sıktı, kuyruğuna bastı. Bu yüzden de normalleşme dediğimiz şey aynı zamanda bir kutuplaşma süreci olarak yaşandı. Yeni mağdur söylemleri devreye sokuldu.

Üstelik bütün bunlar askeri karargahlarda darbe eylem planları yapılırken, paralel bir şekilde cereyan etti. Darbeci paşalar öyle kolaydan pes edecek gibi değildi.

Aynı 10 yıla Kürt sorunuyla ilgili radikal adımlar da sığdırıldı. Bunlar ancak ve ancak vesayet temizliği ile mümkün olabilecek adımlardı.

Şimdi sanki yeni bir etaptayız. Belki bu etap mutlu bir düzlüğe çıkaracak bizi.Ama önce kavgaların bitmesi, küslerin barışması lazım. Farklı görüş, duyuş ve düşünüşlerin siyasi rekabet tadında ifade edildiği bir vasatı yakalayabilmek için, yeni bir toplumsal sözleşmenin zeminini oluşturabilmek için kavga eden değil rekabet eden söylemler ve siyasetler kulvarına geçmek zorundayız. Bu da yumrukları sıkarak değil açarak mümkün.

Başbakan’ın Ergin Saygun’u geçirdiği ameliyattan sonra ziyarete gitmesi üzerine şaşkınlık geçirenler, “artık Silivri’ye de gider” yorumları yapanlar, Ergin Saygun’un suç dosyasını bir daha yayınlayanlar, Balyoz CD’lerini başa sarıp dinleyenler, eski düzenin geri geleceği endişesi taşıyor olabilirler.

Eski düzen geri gelir mi?

Fakat Ergin Saygun yargılanmış ve 18 yıl hapis cezası almış bir emekli general. İşlediği suç hukuk tarafından sabit görülmüş ve mahkum edilmiş. Bu ziyaret bir aklama girişimi olamaz yani. Endişenin sahipleri bunu unutuyorlar. Sadece bunu değil, darbeye teşebbüs edenleri hukuk önüne çıkaranın siyasi irade olduğu gerçeğini de unutuyorlar. Ve bu endişeyi giderecek olanın yine siyaset ve hukuk olduğunu da...

Askeri ve bürokratik vesayetin bir daha geri gelmemek, Türkiye’nin ufkunu bir daha karartmamak üzere tarih olması için yapılacaklar şüphesiz bitmiş değil. Ama yapılacak olanların en önemlisi yargı sürecinin hukukiliğini gözetmektir. Aksi takdirde adaletin tesisinden değil intikamdan söz edenler çoğalacaktır.

Türkiye’yi umutlu bir düzlüğe çıkaracak olan biraz da böylesi jestler. Ergin Saygun’a Başbakan’ın geçmiş olsun ziyareti, KCK davasında tutuklu olan Hanım Onur’un, lösemi hastası kızı 5 yaşındaki Solin’e bakabilmesi için tahliye edilmesi gibi...