Hep O Eski Yâve II yâhut Aklın ıssız yolları

Cumâ Günü, bu yazının ilk bölümünde, Türkiye-AB ilişkilerindeki pürüzlerden birkaçına değinmişdim. Bugünse geri kalanlarından bahsedeceğim.

Önce AB’ye tam üye olabilmek için vazgeçilmez şartlar olan “Maastricht ve Kopenhag Kriterleri”nin neler olduğunu anlatayım:

Bunlar, o şehirlerde kabûl edildikleri için Maastricht ve Kopenhag Kriterleri diye anılırlar. İlki; gerçekleştirilmesi, hayâta yansıtılması gereken ekonomik kıstasları ifâde eder ki bunları “sosyal piyasa ekonomisi” başlığı altında topluyoruz. Bizim de bütün eksiğine gediğine rağmen uyguladığımız sistem budur. Altda kalanın canı ÇIKMASIN prensibidir. Temelinde ise kapitalist düzenle birlikde işsizlik ve sağlık sigortalarının yaygın biçimde uygulanması yatar.

İkincisi sistemin politik veçhesidir ki bunu da “çoğulcu demokratik model” olarak adlandırıyoruz. Bu da bizim örnek aldığımız bir düzendir. Şiddete başvurmadığı veyâ şiddeti övüp tavsiye etmediği takdirde her görüşün alenen savunulabildiği ve sandık başında kamuoyunun onayına sunulabildiği düzendir.

Brüksel’de, yâni Avrupa (AB) Başkenti’nde bâzı çevreler Türkiye’nin bu hedefe çok yakın olduğunu ileri sürerken diğerleri henüz bu hedefden muhtelif derecelerde uzak olduğu kanaatindeler. Almanya Başbakanı Bayan Angela Merkel, bu uzaklığın iki üç yüz ışık yılı kadar olduğu görüşünü benimseyenlerden. Başka bir deyişle Türkiye ağzıyla kuş tutsa AB’ye üye olamaz!

O-la-mazzzz!!!

Bitdi!!!

Peki, neden?

Bayan Merkel aslında çok akıllı, yetenekli ve enerjik bir politikacıdır. Almanya’yı bayağı iyi yönetmiş ve devraldığından çok daha ileri pozisyonlara ulaştırmışdır. Zâten işbaşına geçerken “Ich möchte Deutschland dienen.” (Almanya’ya hizmet etmek istiyorum.) cümlesini de hiç çekinmeksizin telaffuz edebilmişdir ki Almanya için bir dönüm noktasıydı. Çünki Almanlar, Hitler rezâletinden sonra böyle vatan/millet/Almanya filan gibi aslında başka her millet için normal olan kavramlardan fevkalâde çekinir olmuşlardı.

Ben daha yıllar öncesi bu cümleye mim koymuşdum.

Bayan Merkel bir Protestan papazın kızıdır (Zâten Katolik papazlar evlenemezler.) ve Babası l950’lerde, sırf Komünist rejim altında inleyen yurddaşlarına mânevî destek olabilmek için kendi isteğiyle Doğu Alman vatandaşlığına geçmişdir. Şimdi konumuz olan kızı bir yana buna da şapka çıkarılır! Neyse...

Bu arkaplanda ele alınınca Bayan Merkel’in adamakıllı güçlü bir “Hıristiyan damarı” olduğu BENCE, muhakkakdır. O bakımdan Türkiye allerjisini sâdece objektif ekonomik ve politik sebeblere bağlamak eksik bir değerlendirme olur. Tıpkı sâbık Fransa Cumhurbaşkanı Bay Sarkozy’nin Türkiye ve Türk takıntısı gibi ama onu başka bir zaman anlatırım.

Bayan Merkel’in Türkiye karşıtlığının temelinde, belki kendine bile îtirâf etmediği yâhut etmeğe lüzum görmediği bu “Îsevî Temel İçgüdü” yatıyordur.

Tabii tekrâr ediyorum ki bu benim şahsî analizim. Bu değerlendirmeyi başka yazarlarda bulamazsınız.

Ancak öyle veyâ böyle, ortada bir vâkıa bulunduğuna göre Türkiye’nin de artık nihâyet gardını alması mecbûriyeti gayrı-kaabil-i ictinabdır. Gençler bunu pek anlamaz; yâni günümüz Türkçesiyle “inevitable” demek oluyor.

Peki, o zaman?

O zaman bence yapılacak iş “aklın yolu”na yönelmekdir.

Daha doğrusu “aklın ıssız yolu”na!

Zîrâ “akıl için yol bir” olmakla berâber çok tenhâ bir yoldur orası.

O bakımdan çok kimse oraya sapmakdan ürker ve ürkdüğü için de o yol hep tenhâ kalır.

Ne hoş...

Evet, biraz müstağnî kalmakdan zarar gelmez.

Bakınız, Türkiye bir mûcize kabîlinden şu an başlayarak var gücüyle bütün Maastricht ve Kopenhag Kriterlerini gerçekleştirmeğe uğraşsa bile bu en az beş yıl sürer. Çünki değiştirilmesi ve uygulamaya gerçekden koyonulması gereken üç yüze yakın yasa var.

Eğer Ankara’daki hükûmetler işi başından îtibâren çok sıkı tutmuş olsalardı bugün muhtemelen bu işler bitmiş olurdu.

Fakat daha bu problemin BİRİNCİ ADIMI olan bir yeni anayası bile hazırlayamadı Ankara.

O yüzden hâlâ, birtakım alçak haramzâdelerin başımıza musallat etdiği bir “zorbalık fermânı” ile yaşamakdan hiç rahatsızlık duymuyoruz!

E, böyle başa böyle tıraş!

Bizim umurumuzda olmayan bir meseleyi Avrupalı neden kendine derd edinsin ki?

Ama diyorsak ki Türkiye artık değişdi ve Avrupa’ya, bundan böyle Avrupasız yaşayamayacak derecede âşık oldu, o vakit derhâl işe koyularak gerekli yasal düzenlemeleri ve bunların sâhiden uygulanmasını sağlayacak adımları atmaya başlar.

Beş yıla kadar da hâlen sürdürmekde bulunduğu ve Avrupa’da hayranlık uyandırmaya başlayan ekonomik kalkınmasıyla öyle bir düzeye ulaşır ki Brüksel Ankara’yı, kırmızı dipli balmumuyla mühürlü bir dâvetiye yollayarak buyur eder.

Eğer o zamâna kadar ortada doğru dürüst bir AB kalırsa... ve Türkiye o enkâzın bir istinad direği olmaya hâlâ heves hissederse...

Ne demişdi Ölümsüz Marx Groucho, nâm-ı dîger Arşak Palabıyıkyan:

“Ben beni bile üyeliğe kabûl edecek kadar aşağılık bir kulübe girmeye

tenezzül etmem!”

Bayan Merkel demişmişmiş ki...

Boşverin bu zevzeklikleri!!!

Bayan Merkel kendi açıklamasına göre politikayı zâten 2016’da bırakıyor.

Onun için o da bıraksa iyi eder!

Ben aklın ıssız yollarını severim.

İnsanın o yolda başı dinç olur...