31 Mayıs’ta Taksim Gezi Parkı’nda başlayan eylemin, neden başladığı ve nasıl bu hale geldiği sorularına ayrı ayrı odaklanmak gerekiyor. Eylemin başlama sebebini bugün hemen herkes demokratik bir tepki olarak olumluyor. Taksim Gezi Parkı’ndaki ağaçların sökülerek yerine AVM yapılmasına karşı çıkan bir grup insan bedenlerini iş makinelerinin önüne atarak ağaçların sökülmesine engel olmaya çalışmıştı. Yine bugün devletin de özür dilediği o ilk günlerdeki aşırı gaz kullanımı ve orantısız müdahale fitili ateşleyen çakmak oldu. Kırmızı elbiseli kıza sıkılan gaz herkeste “bu kadar da olmaz” duygusu yarattı.
Peki polisin bu tür gösterilerde orantısız müdahalede bulunması ilk miydi ki bu denli yüksek bir tepkiye neden oldu, birden bire binlerce kişiyi sokağa döktü? Tabii ki hayırl!
Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi, yaşı tutmayan gençlerin, yaşının büyütülüp idam sehpasına gönderildiği olaylarla kirletilmiş bir tarih bir taraftan da. Ne mutlu ki bugün o tarihin müsebbibi siyasi gelenek, liseli gençlerin sokağa çıkıp eylem yapmasını demokrasinin bir tezahürü olarak alkışlıyor ve bunlardan çok şey öğrenmemiz gerek diyor!
10 yılın semeresi
Bugün gezi protestosu dolayısıyla “kent bilinci”, “katılımcı demokrasi”, “gündelik hayatla ilgili kimi kararların doğrudan halkın onayına sunulması” gibi incelmiş demokrasi pratiklerinin konuşuluyor olması Türkiye’nin demokraside almış olduğu yol sayesindedir. Bunu da teslim etmek gerekir. Bu, son 10 yıldaki demokratikleşmenin bir semeresidir.
Bir başka husus da, toplumun bazı kesimlerinin tutunabileceği umut vadeden bir muhalefetin yokluğu ve bu yokluğun yarattığı umutsuzluk ve agresyon. Bu durum, muhalefete yönelik gizli öfkenin iktidara boşalmasına da yol açıyor. Meydanın ve medyanın altını çize çize “apolitiklerin direnişi” demesinin altında bu yatıyor.
Sandık demokrasisinde hep kaybeden olmanın halkı protestolarla kendini ifade etmeye sevk etmesi anlaşılabilir bir durumdur, iletişimsel demokrasinin gereğidir.
Ancak parlamenter demokrasinin kurumsal olarak işlediği, serbest seçimlerin şaibesiz bir şekilde yapıldığı bir ülkede yaşıyoruz. Önce polisin gazına gelip sonra da kendi kendine gaz vererek devrim sloganları atmak, “Türk baharı” hayalleri kurmak, işi Başbakan Erdoğan’ı devrik Arap liderlerinin sonu ile tehdit etmeye vardırmak hem eylemi amacından saptırdı, hem de ortaya çıkan görüntüler bu sefer de toplumun başka bir kesiminde “bu kadar da olmaz” duygusu yaratmaya başladı. Nasıl bu hale geldiği sorusunun cevabını biraz da buralarda aramak gerek.
Muhalefet yoksunluğu
Hükümetin de şunu görmesi gerekiyor; “yeşil alan” kadar “Tayyip Erdoğan nefretiyle” de safları sıklaştıran ve hayat bulan bir kalabalık varsa şayet, onlara da kulak vermek lazım. Çünkü nefretin, kinin yaşattığı her şey bulaşıcıdır ve zararlıdır.
Bir şey daha; madem memlekette muhalefet yok, AK Parti kendine muhalefet etmeyi de bilmeli. Bunun mekanizmalarını oluşturmalı. Bu, merkez ve kitle partisi olmanın da gereğidir. Bu sayede muhalif seslerin de yankılanabileceği bir pota oluşturulabilir. İdeolojik partiler uzun yaşarlar ama çoklukla da iktidar olamazlar. Bunun yol açtığı sıkışmayı kitle partisi olarak AK Parti muhalif sesleri kendi gövdesine eklemleyerek boşaltabilir.
Her işte bir hayır yoktur belki, ama şerri hayra çevirecek iradedir işin esası. İstersek buradan bir hayır devşirebiliriz. Toplumsal barış için bir milat yapabiliriz 31 Mayıs’ı...