Her yer Taksim, her yer direniş ama sizin durumunuz da tam bir rezillik!

Usta bir yönetmendir... İyi filmler çekti... Düpedüz “kötü” diye nitelenebilecek filmleri de vardır; “Polizei” ve “Amerikalı” gibi...

Şerif Gören’i biz “Endişe”den biliyoruz... Yılmaz Güney hapse düşünce, yarım kalan filmi tamamladı ve künyeye ismini “Yönetmen” olarak yazdırdı.

İlk yönetmenlik deneyimidir.

Başarılıdır.

Sonra “Yol” geldi... Yine Yılmaz Güney’in senaryosu...

Öncesinde de kayda değer filmlere imza atmıştı ama “Yol” büyük bir filmdi ve hem Şerif Gören’in sinema yolculuğundaki politik rotasını çizmiş, hem de “büyük yönetmen” payesi kazandırmıştı ona.

Sonra küstü...

Bir filmi beğenilmeyince kapılarını kapattı ve kendi içine çekildi.

Küskünlüğüne, önceki filmlerine yönelik aşırı mültefit tavrın etki ettiğini düşünüyorum. Galiba herkes böyle düşünüyor...

Kredisini tek bir filmde tüketmiş olmak acıdır. Bunun acısıyla aşırı bir tepki verdi ve sinemayı bıraktığını açıkladı. İhtimal ki, çok kredi biriktirdiğini düşünüyordu; ve tolere edilmek istemişti. Ama kötüydü... “Amerikalı” Türk sinema tarihinin en berbat filmlerinden biridir.

Sonra birtakım belgesellerle bize “yaşadığını” duyurdu ama Şerif Gören artık yaşamıyordu. Arada magazin haberlerine konu oldu: “Sinemaya dönecek miydi? Dönecekse, ne çekmek istiyordu? Bize Yılmaz Güney’den bir hatıra nakledebilir miydi?”

Döndü... Ama yine kötü bir filmle... Necati Cumalı’nın “Ay Büyürken Uyuyamam” adlı öyküsünden uyarlanan bir film çekti.

Naçizane, sinemamızla ilgilenmeye çalışırım, “yönetmenlik çabalarını” izlerim... “Ay Büyürken Uyuyamam”ı sevmedim. Sevemedim... Filme konu olan öykü daha iyidir.

Esasında Necati Cumalı’nın “Ay Büyürken Uyuyamam” başlığı altında topladığı tüm öyküleri iyidir. Kasabalarda “sıkışmış” bireyi ve sıkıştırılmış ruh haletini en iyi Cumalı anlatıyor galiba.

Şerif Gören’i en son, geçen hafta, Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde gördük.

Bir ödül aldı: Yaşam Boyu Onur Ödülü.

Ödül töreninde bir de konuşma yaptı... “Sansüre karşıyım, Darbeye karşıyım, Amerikan tröstlerine karşıyım, Tekellere karşıyım, işkenceye karşıyım, içimdeki oto sansüre de karşıyım, onun için Çarşı’yım!” şeklinde sloganik laflarla örülü tuhaf bir konuşma...

Kürsüden inerken de, ceketinin düğmelerini çözdü ve “ÇARŞI” yazılı siyah tişörtünü gösterdi.

Gördük, mesajı aldık...

Hayır, eleştirmiyorum... “Sen git filmini çek! Sana ne oluyor?” filan da demiyorum.

Bilakis naif ve çocukça buldum bu eylemi...

Filmi beğenilmediği için sinemaya küsen, yeni filmler çekmek yerine umutsuzca af bekleyen (sektördeki kredisine güvenerek af beklemiş, uzun süre suskunluğu seçmiştir) Şerif Gören, kendisini var ettiğini düşündüğü “değerler sistemiyle” (o değerlere sahip olduğu sanılan insanlarla) “duygusal bağ” kurmayı sürdürüyor... İçindeki oto sansüre boyun eğdiği için haziruna tabi olduğunu ve “ÇARŞI” demek zorunda kaldığını fark edemiyor bile.

Duygusal bir insandan serinkanlı değerlendirmeler bekleyemeyiz.

Şerif Gören’i bu haliyle kabul edip seviyoruz...

Fakat, asıl rezillik, festivale ev sahipliği yapan Belediye Reisi’nin konuşmasında yaşandı.

Konuşması sık sık “Her yer Taksim, her yer direniş” sloganlarıyla kesilen Reis, sinemamıza emek vermiş ve aramızda bulunmayan bazı sanatçılara rahmet diledi.

Bir rahmet de Münir Özkul’a yolladı.

Her yer Taksim, her yer direniş, anladık da... Bu özensizlik nedir?

Hangi sanatçının ne eylediğinden haberin yok, kalkmış bir de da festival düzenliyorsun ve her yeri Taksim kılmaktan bahsediyorsun.