Gezi eylemleriyle başlayıp başkalaşarak devam eden krizin 23. günü bugün.
Gezi’den önce mikro alanda kimi sıkıntılarımız, tartışmalı mevzularımız olsa da bambaşka bir gündemimiz vardı. Makro siyasi alanda askeri bürokratik vesayeti geriletmiş, sivil siyasete alan açmış, 53 yıldır kanımızı iliğimizi sömüren IMF’yi ülkeden kovmuş, İsrail’e özür diletmiş, 30 yılımızı kana boyayan en mühim, en acil meselemizi çözmek için kararlılıkla bir sürece girmiş ve sivil anayasa yapmak için de az çok gayrete gelmiş idik.
Allah’a şükür, bu kazanımların hiçbiri tehlikeye girmedi şu ana dek. Lakin bu, girmeyeceği anlamına gelmiyor, risk sürüyor.
Şu saatten sonra eylemleri sorumsuzca devam ettirmeye kalkmak, ortak kazanımlarımıza ve geleceğimize kast etmek demektir. Direnişe devam diyenlerin, yangını söndürmek yerine ateşleyenlerin, insanlar infiale kapılsın diye yazıp çizip twitleyenlerin kimler olduğuna, bunu niye yaptıklarına dikkat etmek ama itibar etmemek gerekiyor o yüzden.
Kalp krizinde kapris yapmak
Kalp krizi geçirdi, geçiyor Türkiye. Bu esnada etrafımız fırsatçılarla hırsızlarla akbabalarla doldu. Hal böyleyken, kriz sürüyorken “ben dişimin dolgusunu, tırnağımın törpüsünü beğenmedim, iğne yaptın canımı yaktın” diye tutturmak ölümcül bir kötülük içermiyorsa en iyi niyetle sorumsuzluktur, şuursuzluktur.
Bu iş 22 gün önceki olay olmaktan çıkalı çok oldu zira. Eylemcilerin büyük kısmının temel motivasyonu Gezi’deki ağaçlar ya da özel yaşamına varlığına saygı olsa da eylemlerin ülkeyi kaosa sürükleyerek Başbakan Erdoğan’ı alaşağı etmeyi, ülkenin kazanımlarını sıfırlamayı, bir süredir ayakları üzerinde başı dik duran Türkiye’yi yeniden dizleri üzerine çökertmeyi, olmadı belini bükmeyi hedefleyen bir siyasi operasyona dönüşmediğini kim söyleyebilir?
Kaos ortamının oluşmasını arzulayan ve bunun için çabalayan yerel ve küresel aktörlerin varlığı sizin onları görüp görmemenize, kabul edip etmemenize bağlı olarak değişmiyor elbette. Bu olaylarda da “pes” dedirtecek kadar değişkenin “tesadüf” ettiğini görmemek bir tercih değilse eğer, sizin o gerçeğin ne kadarını kabule hazır olduğunuzla da yakından ilgili olabilir.
Gerçeğin öbür yarısı
Ama zaten olayların bu kadar büyümesinin en önemli nedeni, insanların gerçeğin sadece bir kısmıyla yetiniyor olmasıydı bana göre. Kendi haklılığına duyulan inanç, bir noktadan sonra kişiyi gerçeğin bütününe kapatıyor çünkü.
Tıpkı eyleme katılan birkaç başörtülünün varlığına dayanarak başörtülü genç bir annenin bebeğiyle birlikte bir grup eylemcinin vahşi saldırısına maruz kaldığı gerçeğine inanmakta zorlanmak gibi.
Ya da kendini abartılı Gezi romantizmine kaptırıp bütün ülkeye yayılmış yakmalı yıkmalı olaylar bütününü görememek, iç savaşa ayarlı çabanın tüm meşruiyetini Gezi’den aldığına ayılamamak gibi.
Ya da eyleme veya eylemcilerin bir bölümüne duyduğu öfke nedeniyle polisin uyguladığı ölçüsüz şiddeti görüp kınamaktan ve siyasi iktidarı kimsenin gönlünü yıkmaması konusunda uyarmaktan imtina etmek gibi.
Ya da AK Parti mitinglerini “toplumu ayrıştırıyor” gibi basit ve yanlış şekilde yorumlayıp başörtülü kadınların onca yılın ardından yeniden bir husumet çemberine alınmasına, o kitlenin 20 gündür tencere tava korna terörüne rağmen sessizce la havle çektiğini ve onların da nefesini boşaltmaya ihtiyaç duyduğunu görmemek gibi. Ya da bütün olup bitenleri yerel küresel aktör ve dinamiklerden ibaret zannetmek gibi...
Ben, tek tek insanları evlerinden çıkaran sebepleri görmezden gelmenin de ahlaken ve siyaseten doğru olmayacağını düşünüyorum.
Görünen o ki aksini iddia edecek bir durum da yok zaten ortada. Eylemcilerle görüşüldüğüne, konu önce yargıya, sonra halka havale edildiğine, diğer taleplerle ilgili olarak da mesaj alındı dendiğine göre.
İtimat etmek ve çözüm siyasetini hayata geçirebilmesi için alan açmak lazım iktidara.
Çok fazla kafa kafaya gelindi. Herkes iki adım geri çekilmeli.