Hesapta Olmayan Sonuçlar (2)

Unutulmamalı ki, en kusursuz planlamanın da hesapta olmayan sonuçlar doğurabileceği, tecrübe ile bilinen bir gerçektir. Misal Mesut Barzani, 25 Eylül referandumunun bugün ortaya çıkan sonuçlarını önceden hesaplayabilseydi, hiç kuşkusuz bu büyük maliyeti göze alıp o referandumu yaptırmazdı. Çok açık ki, alınan referandum kararının arkasında bir konsensüs oluşmamış. Ortaya çıkan referandum iradesinin savunulamıyor oluşunun esas nedeni de budur. Burada asıl endişe verici olan durum ilkeli siyasetin dışına çıkıp siyasi yanlışlar yapmak değildir. Endişenin esas kaynağı egemenlik talebinin, ‘’bağlayıcı olmayan taahhütler’’ ve tercihlerimizi sınırlayan her şey karşısındaki ‘’sabırsızlığımızın’’ yol açtığı bir tür hayalci/maceracı siyasi yaklaşımlardır.

Kerkük’ün düşürülmesi ve ondan sonra baş gösteren gelişmeleri Kürdistan Bölgesel Yönetimi açısından böyle okumak ve böyle tanımlamak, hem mümkün hem de gereklidir. Mümkün, çünkü zaten olup biten bundan ibarettir. Yanlış kararlar, Bölgesel Yönetimin pozisyonunu hızla 1991 koşullarına sürüklüyorsa, daha başka da ne denilebilir ki? Gereklidir, çünkü yapılan yanlış o kadar büyük ve sonuçlarının neye mal olacağı o kadar tahmin edilemez durumdadır ki, sırf tarihe mal olsun diye, sırf yeni kuşakların kulağına küpe olsun diye bu yanlışın altı kalın kalın çizilmelidir.

Kürtler ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi için durum bu haldeyken, bu konjonktürü değiştiren İran, Irak ve Türkiye arasında bir konsensüs var mı? Türkiye’nin bu meseleyi bir ‘’beka’’ sorunu olarak gördüğünü biliyoruz. Peki; aynı mesele İran ve Irak için aynı anlamı ifade ediyor mu? Bunun böyle olmadığını çok iyi biliyoruz. Bu köşeyi takip eden çok değerli okuyucular hemen anımsayacaklardır. Musul ve Rakka gerçekleri hakkında kaleme aldığım onlarca yazıda şu hakikatin altını sürekli kırmızı çizgilerle belirginleştirmiştim. Kendimden alıntı yapmak gibi bir alışkanlığım yok, ama ilk kez daha önce neler söylediğimi eğer izin verirseniz anımsatmak isterim.

15 Ekim 2016 yılında bu köşe de şunu yazmışım ‘’.. Lafı hiç dolandırmadan doğrudan söyleyelim; İran, Tahran’dan başlayıp Akdeniz kıyılarına varacak bir kara hattı, kara koridoru oluşturmak için 12 yıldır fiilen Irak’ta, 5 yıldır yine fiilen Suriye’de her şeyi göze alarak çok yoğun çabalar sürdürüyor. Bu kara koridoru projesi önceleri uluslararası ambargoyu kırmak, etkisiz hale getirmek için planlanmıştı. Şimdilerde ise dünyaya entegre olurken elini güçlendirecek stratejik bir rekabet avantajı olarak tasarlanıyor.

Şimdilik başarısız olduklarını söylemek çok güç. En büyük bölgesel rakibi olan Türkiye’nin Ceyhan projesini işlevsizleştirerek, Türkiye’nin 2023 hedeflerine büyük bir darbe indirmeyi başardılar. Bununla yetinmeyen İran, arkasına ABD’yi de alarak, Irak ve PKK ile birlikte Türkiye’nin Musul operasyonunda aktif rol almasının önüne geçmeye çalışıyorlar…’’

İran’ın amaçları stratejiktir ve o günden bu yana da değişmemiştir. İran, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni zayıflatarak kendi stratejik amaçlarını gerçekleştiriyor. İran, içinde Irak ve Bölgesel Yönetim’inde olduğu bir Şii imparatorluk peşinde ve Irak’da bu imparatorluğun askeri gücü de Haşdi Şabi’dir. Nitekim Kerkük’ün düşürülmesinde bu paramiliter gücün kullanılmış olması bu bakımdan çok manidardır. Kısaca İran, “ben yaptım benimdir” demeye getiriyor.

Esas itibariyle tam da bu noktada gizemini koruyan soru şudur; İran kartları bu kadar açık oynuyorken, hem ABD’nin hem de Türkiye’nin bu oyunda bu kadar etkisiz rol almaya neden bu kadar gönüllü olduklarıdır? ABD’nin tavrı kısmen anlaşılabilir; Martta Irak Merkezi Hükümet seçimleri var ve ABD, Haydar el-İbadi’yi yalnız başına yeniden seçtirme gücüne sahip değil. Dolayısıyla mart seçimlerine kadar İran’a tahammül etmesi kısmen anlaşılabilir.

İran ve ABD belirgin çıkarlara sahip ve bu çıkarlara talip oldukları anlaşılıyor; Peki ama Türkiye hangi çıkarlarının sözcülüğünü yapıyor? Bölünme paranoyasını bir tarafa bırakırsak, ortada elle tutulur bir çıkarın olmadığı aşikar.

Tarihin ironisine bakın, İran kendi devrimini cesurca ihraç ederek imparatorluk kurmanın hayallerini  bir bir, üstelik her türlü maliyeti göze alarak, uygularken; Türkiye ise Kürdistan Bölgesi’nin ona Kürtlük ihraç edeceği endişesiyle, kendi kabuğuna çekiliyor.