Evlerde televizyon yoktu ve anneannemin radyodan dinlediði “Yassýada saati” artýk yayýnlanmýyordu. Yaþama, güneþli bir mayýs sabahýnda ana-babalarýmýzýn neden sokaða çýkamadýðýný sorgulamadan, tanklarýn arasýndan geçip fýrýn önünde kuyruða girmiþ bir kuþaðýn üyesi olarak “merhaba” demiþtik. Ýlerleyen günlerde dost sofralarýnýn bir anýnda, büfenin üzerindeki radyodan “Nihansýn Dideden” çaldýðýnda yaþanýlan sessizliði, hafif iç geçirmeleri ve “onun çok sevdiði bir þarkýydý” sözleri ile “idam” kelimesinin neden yan yana geldiðini anlayacak yaþta da deðildik...
Henüz, yaz akþamlarýnda mahalle arkadaþlarýmýzla “gitmeyin oraya evladým, orada bostan kuyusu var” uyarýlarýyla saklambaç oynuyor, kýþa denk gelmiþ bayramlarý da biraz buruk karþýlýyorduk. Kýþ bayramlarýnda kurulan “bayram yerleri” yaðan yaðmurla çamur deryasýna dönüþür, yýlda bir kez “bayramlýk” olarak alýnan ayakkabýlarýmýz eskimesin diye büyüklerimizin “illa oraya gideceksiniz, çýkarýn o ayakkabýlarý, eskileri giyin” uyarýlarýyla karþýlaþýrdýk... Oysa, iki beden büyük alýnmýþ yeni paltolarýmýzý tamamlayan o ayakkabýlar ile kendimizi ne kadar yenilenmiþ hissederdik...
Kýzýltoprak’tan komþumuz Ajda Pekkan’ý henüz 18 yaþýný doldurmadýðý için Ýstanbul Yelken Kulübü’ndeki sahneye, yakýþýklýlýðý Kadýköy’e nam salmýþ babasýnýn götürüp-getirdiði, Zeki Müren’in mini etekle sahneye çýkmasýna yýllarýn olduðu günlerdi...
Anadol henüz üretilmemiþti ve biz, bayramýn birinci gününde rahmetli babamýn bir günlüðüne kiraladýðý, gün boyu bizi akraba ziyaretlerine taþýyan Rahmi aðabeyin 1956 Chevrolet’i ile týrmanýrdýk Halýcýoðlu’nun ünlü Çýksalýn yokuþunu...
Dayýmýn, iki katlý, bahçeli, 19’ncu yüzyýl sonlarýndan kalma, yengemin babasýndan miras tahta evine giden yokuþta, evler su þebekesine baðlanmamýþ olduðu için eþekleriyle su taþýyan sakalar yol verirlerdi...
Akþam saatlerinde bahçedeki ayva aðacýna asýlmýþ büyük “manav ampulünün” ýþýðý altýnda kurulan geniþ sofrada ailenin hemen tamamý buluþtuðunda, Bayramoðlu veya Kumburgaz’da bir yazlýk edinme çabalarýna da yýllar vardý...
Bahar aylarýna denk gelmiþ bayramlarda, Sütlüce mezbahasýnda çalýþan Hüseyin amcanýn yakýn arkadaþý nakliyeci komþunun kasasý branda ile kaplý kamyonuna halý serip, akraba, eþ-dost, çoluk-çocuk Kemerburgaz’a pikniðe gitmenin renkli dünyasýndaydýk...
Bir gece önce hazýrlanýp tel dolabýnda itina ile saklanmýþ yemeklerin annemin kontrolünde ve “bunlar þimdi akþamüstü yine acýkýr, yemek isterler” sözleriyle yavaþ yavaþ çýkarýldýðý, erkeklerin mangal baþý sohbetlerini gençlik anýlarýyla süsledikleri, biz çocuklarýn Sirkeci’deki spor maðazalarýndan “büyük mali fedakarlýklarla” alýnmýþ hakiki bir futbol topunun peþinde saatlerce koþturduðumuz günler...
Opel marka eski taksisini yürüyen bir Galatasaray müzesine çevirmiþ Karýncaezmez Þevki’nin üzerindeki kulüp formasýyla Mithat Paþa Stadý’nda Fenerbahçe taraftarýnýn tribününe gelip el salladýðý, alkýþlarla karþýlandýðý týlsýmlý yýllar iþte...
Haliç’in iki yakasý arasýnda veya Kadýköy’den Haydarpaþa’ya yolcu taþýyan sandalcýlarýn kýsa bir kürek yolculuðuyla sokak felsefesinin beklenmeyen fikir ýþýklarýný harmanladýklarý bir dünyanýn insanlarýydýk...
Millet olarak fakir, yürek olarak sýcak insanlarýn yaþadýðý bir ülkenin bayramlarýydý...
Sonra... 70’lerin baþý itibariyle bir þeylerin bozulmaya baþladýðýný gördük...
Büyüklerimizin “ses etme” uyarýlarýyla radyodan dinledikleri “Yassaada saati”nin baþlattýðý bir sürecin insan iliþkilerini lime-lime ettiði yýllarýn gençleydik ve artýk hiç bir þey, eskisi gibi olmayacaktý... Olmadý da...
Yaþam, giderek, Ýstanbul Radyosu’nun her akþamüstü 5’te yayýnladýðý “fasýl saatini”, kýþ günlerinin gri-bulanýklýðýnda dinleyen ve dinlerken kaybettiði sevgili insanlarýna içlenen ninemin çocuk ruhumda yarattýðý kasvete dönüþtü...
Araya çok fazla kavga ve kan girdi...
Benim ise ruhum, hala, 1967 yýlýnýn karlý bir þubat gününde Sivas’tan Diyarbakýr’a doðru yol alan buharlý trende... 12 yaþýndaki çocuk, yemek artýklarýyla yaðlandýrýlmýþ ekmekler elinde hazýr, büyükler, uzaktaki tepeden treni izleyen kurt sürüsünü baðýrarak çaðýrýyor, kurtlar, trene yetiþip yanýnda koþmaya baþlýyorlar. Atýlan her ekmeði havada kapan biri var. Sonra, Aybars aðabey çocuða dönüyor, “Bunu kýþýn yapmak lazým, açlar ve onlarýnki de can...” diyor.. Ekmekler bitince bir tepede yan yana dizilip, duruyorlar, sözünü tamamlýyor: Bak, sana teþekkür ettiler...
Biraz... Hüzün...