Hıçkırık dolu bir garip ezan...

Sancak’ta, halkı Müslüman ve Boşnak olan Tutin kasabasındaki bir camiden, içli bir ses yükseliyor. Ağır ağır okuyor öğlen namazını Müezzin Efendi... Allahu Ekber derken buğulanıyor sesi birden, sanki kaybolmuş bir çocuk gibi o anda, annesini arar gibi söylüyor: ‘’Allahu Ekber...’

Geçtiğimiz gün Cuma namazı kılınamadı memlektimizde ve pek çok İslam kentinde... Tedbir amaçlıydı elbette. Dini çerçeveye de uygundu uygun olmasına ama, doğrusunu isterseniz bizim gibi ilmihal bilgisi günlük yaşantısından ibaret, sıradan insanlar için, sersemletici bir şeydi, nutkumuz tutuldu. Vurgun yemiş gibi geçirdik o saatleri, Kur’anı Kerim okuduk, tespih çektik namaz kıldık, Allah’a sığındık... Ben perdeleri örttüm cuma vakti. Neydi bu başımıza gelen?

Biz sıradan kişilerin Cuma namazının kılınmadığı o gün yaşadığımız hayreti ve tedirginliği, din uzmanları, tıp dünyası ve politikacılar çok farkedemediler. Çünkü hakikaten çok zor bir işle uğraşılıyordu o sırada, küresel ve ölümcül bir salgınla karşı karşıyaydık. Ama herkes uzman değil, profesyonellerin sergilediği soğukkanlılığı biz sergileyemediğimizden, başımıza gelenler bizi feci altüst ediyor işte. Yok, öyle camilere gidip zorla namaz kılanlardan da değiliz. Bizimkisi sessiz bir hüzün. Sessiz bir telaş.

Bana garip gelen ise, özellikle Diyanet camiasının sanki hiç bir şey yokmuş gibi rutin akışlarına devam etmeleri... Mesela bir kaç hocamız çıksa tv’lerde, insanları teskin edici gönül sohbetleri yapsalardı. Yani biz bekleriz ki profesyonel dünyada; maneviyat kısımına, ruha, gönüle, moral dünyaya, ölüme, ölümden sonraki hayata dair bilgiler bu kesimin bildiği mevzulardır, bize biraz ışık versinler. Yani biz bekleriz ki, güzel ve yumuşak bir dille, yaşadığımız hicrana ve hayrete saygılı olduğu kadar, o hassasiyete de sahip ve de üzgün Diyanet yetkilileri görelim televizyonlarda... Diyanet işlerinde çalışanlar belediye zabıtası değildir ki sadece temizlikten, hijyenden mes’ul olsunlar... Doğrusu, bu kadar ağır manevi yoksunluklarda bizlere en yakın yoldaş olmaları gerekir, sessiz, eylemsiz, uzakta kalmasınlar...

Büyük bir şeyle karşı karşıyayız! Çok büyük bir şey!

Peygamber Efendimiz (s) zamanından bu yana kesintisiz devam eden tavaflar kesildi. Kabe-i Şerif’ten nasibimiz kalktı. Ravza-i Mutahhara kapıları yüzlerimize örtüldü. Cuma namazları kılınamıyor...

Bunları nasıl hemencecik normalleştirebiliriz ki? Hiç olmazsa Sırbıstan’ın Tutin kasabasındaki Müezzin Efendi kadar bir hıçkırığımız olsun... Çok şey mi istiyoruz Allahaşkına...

***

Evlerde mecbur istirahata ve sıkı hijyenik soyutlanmaya çekildiğimiz şu günlerde, odalarımızın hakimi durumuna geçen televizyona istersen bakma! Günlük hayatında televizyon izlemeye fırsatı olmayan bendeniz bile, babamla birlikte televizyon seyrederken buluyorum kendimi. Ve nasıl büyük bir faicayla içiçe yaşadığımızı farkediyorum. Saatler boyu küçük yeğenini öldürdükten sonra sırtına bağlayarak gömeceği yere nasıl götürdüğü tartışılan bir kadın... Saatler boyu, iğrenç ve yılışık kavgalarıyla ekran tutan kuaförler mi, Allah’ın nimeti olarak saygı duyduğumuz sofralardaki yemek yarışmasında nimete burun kıvırıp aşağılayarak bakanlar mı, dizilerdeki faciaya ise hiç girmiyorum, çünkü buralarda herkes, birbirini öldürmek, ayartmak, hırsızlamak, ayağını kaydırmak derdinde... Virüsü atlatabiliriz belki ama, televizyonlar aracılığıyla maruz kaldığımız bu insanlıktan çıkartıcı torna-tesviye, hiç birimizi bir daha eskisi gibi bırakmayacak! TV kanalları keşke bu zor günlerimize uygun sorumluluklar alsalar keşke. Veballeri büyük... not: Sancak’taki mezkur ezan videosunu Ömer Çetres Bey yayımladı, çok teşekkür ederiz.