Sabah bir televizyon kanalından aradılar, “Fethullah Gülen’in BBC’ye verdiği röportajla ilgili ne düşünüyorsunuz?” diye sordular.
Röportajı izlemediğimi (dinleyemediğimi), dolayısıyla bir yorumda bulunamayacağımı söyledim.
Öğlenden sonra gazeteye gittim...
Röportajı izledim.
Dökümüne de ayrıntılı bir biçimde göz attım.
Daha önce söylenenlerden farklı bir şey görmedim... Fethullah Gülen hocaefendi, doğal olarak kendisini ve hareketini savunuyor. Gadre uğradığını düşündüğü için de oldukça sitemkâr... Mavi Marmara olayı dışında (Mavi Marmara’nın hareketini de, ilginçtir, “kaba kuvvet” olarak değerlendiriyor), tartışmaya neden olan konularla ilgili (7 Şubat kalkışması, vs...) net bir açıklaması yok. Biraz “ortadan” konuşuyor sanki... Daha doğrusu, bu konularda yöneltilmiş bir soru yok... Çözüm sürecini (İmralı’nın sürece dahil edilmesine rezervle yaklaşarak) desteklediklerini söylüyor. Ama bunlar genelgeçer destek ifadeleri, gerekli etkiyi uyandırmıyor.
Röportajda, ağırlığı, devlet içindeki “paralel yapılanma” iddiaları oluşturuyor elbette. Gülen hocaefendi’ye göre böyle bir yapılanma yok. Müntesipler var ama bunun da (sayısal olarak) “abartıldığı” inancında.
Röportajda benim dikkatimi dört nokta çekti:
Birincisi...
Gülen yolsuzluk yapıldığına katiyetle inanıyor... Gayet rahat ve kendinden emin bir ifadeyle, “Bir yolsuzluk olduğu muhakkak. Bunu herkes kabul ediyor. Eskiden avam-havas derlerdi. Halktan, okumuş insanlara, elite kadar herkes hemen meselenin mahiyetini görüyor, biliyor. Değiştirmeye de kimsenin gücü yetmez” diyor.
Ortada bir yolsuzluk bulunduğunu nasıl anlıyoruz, “herkes” nitelemesinin içine muhalif çevreler dışında kimler giriyor, niçin bu iddiaları değiştirmeye kimsenin gücü yetmez, mahkemeden çıkacak bir karar da mı bu kanaati değiştirmeye yetmez, “beraatı zimmet” kavramı hangi durumlar için geçerlidir, bilmiyoruz ama, belli ki Gülen hareketi de bu kabulü (yolsuzluk yapıldığı kabulünü) paylaşan önemli müttefiklerden biri...
İkincisi şu:
Hep özenli, hep dikkatli bir dil kullanan ve otoriteyi temsil eden kişileri (hatta bazı gazetecileri bile) abartılı saygı cümleleriyle taltif eden hocaefendi, Başbakan Erdoğan’dan söz ederken “bu arkadaş” diyor.
Üçüncüsü...
Klasik, “kendisi iyi, çevresi kötü” yaklaşımını, belli ki, Gülen hocaefendi de temellük etmiş durumda...
Diyor ki, “Bir mabeyni hümayun var herhalde zannediyorum çevresinde. Mabeyn, padişahların etrafındaki insanlara deniyordu. Çevresinde zannediyorum meseleleri farklı intikal ettiriyorlar. Ben hâşâ bir insanda öyle bir dengesizlik, hele paranoya falan var, buna ne kalbim ne de vicdanım, ne de dilim varmaz böyle bir şey söylemeye. Ama bir yönüyle, böyle rahatsız edici şeylere sevk ediyorlar sanıyorum arkadaşı.”
Evet, yine “arkadaş...”
Buradan şunu anlıyoruz: Başbakanı dengesizce ve paranoyak hareketlere sevk eden, çevresi...
Fakat, cemaate yakın yayın organlarında ve bazı cemaat sözcülerinde tam tersi bir yaklaşım hâkim... Bu yaklaşımı (“Başbakan kötü, AK Parti iyi” yaklaşımını) eksen alan yazılar yazıyorlar, akıllara seza yorumlar yapıyorlar. Hatta, zaman zaman ağızlarını bozuyorlar.
Buna göre, cemaate karşı kötü duygular besleyen Başbakan, cemaate karşı hep iyi duygular beslemiş çevresini de etkiliyor; kendi siyasi kariyeri için AK Parti’yi rehin tutuyor ve seçmenlerini zehirliyor.
Hangisi geçerli?
Hocaefendinin yaklaşımını geçerli kabul edersek, burada da bir “mabeyni hümayun saptırması” aramamız, yani çevresinin hocaefendiyi yanlış yönlendirdiğini söylememiz gerekmeyecek mi?
Dördüncüsünü sona sakladım...
Ortada katiyetle bir yolsuzluk olduğuna inanan hocaefendi, cemaatin siyasallaştığı iddialarıyla ilgili soruyu cevaplandırırken, şu manidar (evet, manidar) ifadeyi kullanıyor: “Pişmanlık duymam. Kaderi de tenkit etmem. (....) Bu, arkadaşlarımızın yaptıkları her şey milimi milimine doğruydu demek değil yani...”
Ben, flu da olsa, bu ifadenin önemsenmesi gerektiğini düşünüyorum. Bunu, Hocaefendinin, çevresine yönelik “kuşkularının” bir yansıması olarak mı okumalı, bir “nedamet beyanı” mı saymalı, bilemedim.
Konuşmanın bütününü okuduktan sonra aklıma üşüşen ve cevabını bulamadığım soru şuydu: “Yolsuzlukla mücadele” ve “siyaseti tedip”, bir cemaatin öncelikli hedeflerinden biri midir?