‘Hoca’nım’ yine bir ayrı masadaydı, eşi Binali Yıldırım’dan

Semiha Yıldırım Hanımefendi’nin 24 Kasım Öğretmenler Günü dolayısıyla düzenlediği samimi bir öğretmenler günü yaşadık. Sağolsun, Validebağ Öğretmenevi’nde kalan değerli büyüklerimizi misafir etmek istemiş... Kendi dönem arkadaşlarını, meslektaşlarını da davet etmiş. Salonda benden başka öğretmen olmayan yoktu sanırım. Davetliler arasında Validebağ sakinlerinden edebiyat öğretmenim Ayla Ağabegüm Hanımefendi de vardı. 

Kimisi şiir okudu, kimisi Adnan Saygun’un oratoryosundan seslendirdi, kimisi sanat musıkisinden, kimisi türkülerden söyledi, Erzincan halaylarından çekenler de oldu, tam bir Doğu/Batı mozaiğiydi misafirlerimiz... Kimisi; “evlenip çoluk çocuğa karışacak vaktim olmadı, öğrencilerimin peşinde koşarken akıp geçmiş seneler... diyor... Kimi eşini, kimi evlatlarını kaybetmiş, kader Validebağ’da birleştirmiş onları... Hepsinin gözleri öğretmenlik günlerindeki gibi parlıyor, anlatacak o kadar şeyleri var ki... “Öğretmen Okulundan yetişmek apayrı bir ruhtur, biz sadece matematik veya tarih öğretmek için yetişmedik, müzikten tiyatroya, ilk yardımdan vatandaşlık bilgisine kadar hayatın içinde devir daim eden nefesleri olarak yetiştik memleketimizin... diyorlar.

***

Semiha Yıldırım’ı eşi Bakan Bey’le ayrı masalarda kahvaltı yaparlarken haberleştirmişti medyalarımız. Alt/üst kimlik ilişkisi, kadın/erkek eşitsizliği , İslam’da kadının ikincilliği gibi ezber yorumlar fırdönmüştü o günlerde... Oysa Semiha Hanım, emekli bir öğretmendi  ve eşine protokollerde refakat etmek görüntüsünün ötesinde oldukça saygın, sahici işleri olan bir kimseydi. Yani anlayacağınız, Bakan beyin dışında da her zaman “masa sahibi”ydi o. İşi gücü, toplumsal akışı, itinayla gözlerden uzak yürüttüğü sosyal destek çalışmalarıyla... Kendisine ait dünyası olan bir hanımdı. Yoksullar, yetimler, huzurevlerinde yapayalnızlığa bırakılmış kimseler, desteklenmesi gereken öğrenciler, hastalar, kalacağı yeri yurdu olmayan hasta yakınları, evlenecek kızlara çeyiz temini, öksüzlerin sırtlarına giyecekleri fanilalar, asker yollukları, dullara, gariplere kol kanat olan halleriyle... Semiha Yıldırım’ı hiç toplanmayan, her daim misafire, yolcuya, garibe açık bir sofra olarak hatırlayacağım ben. O, başarılı bir eşin gölgesinde kalmış utangaç bir hanımdan çok, kendi dünyasını var edebilmiş, “hoca’nım”lığını kimlik edinmiş, her sohbetinde hayattan dersler ibretler aldığımız bir kimsedir...

Kadın ile erkek eşit midir gibi eski bir soruyu yeniden gündeme taşıdığımız şu demlerde... Herkesin tek tek oluşuna ve biricikliğine dair, özsaygıyı, ferdiyeti de içeren, epey emek isteyen bir basiretten söz ediyorum Semiha Yıldırım derken... Cinslerarası rekabet, güç tokuşturması, meydan okuma değil bu... Abartısız bir hayat gailesi belki. Sabırla çekilmiş çileler, erkekle kadının birbirini örselemeden yürütebildiği yoldaşlık, elbette fedakarlığı da içeren ana/baba oluş tecrübesi, ocağın tütmesi... Bizim Anadolu’ya has geleneğimizin sesine de kulak vermemiz gerekmiyor mu? Büyükanne ve Büyükbabalarımızda örtbas edilmiş şiddetten çok, onurla paylaşılmış hayat gailesini görüyorum ben...

***

Ayla Ağabegüm Hocam, Öğretmenler Günü’nde hocalarımıza hediye takdimimizi itirazlarla karşılamıştır her zaman. Bu yüzden epey bunalarak gittim yanına o gün... “Bana vereceğiniz en güzel hediye, yeni bitirdiğiniz bir şiir, yeni tamamladığınız bir resim, bir hikayeniz olabilir... der her zaman. “Yeni bitirdiğim”hiçbir şey olmayarak gitmiştim yanına, mahcuptum. Bana parmağından çıkarttığı yüzüğü taktı canım hocam. Öğrencilerine paylaştırıyormuş; “Bu son yüzüğü senin için saklamıştım, Hocam’dan dersin” dedi. Altın çerçeveli bu akik yüzük onun zambak parmaklarında ışıl ışıl parlıyordu oysa. Şimdi benim parmağımda. Peki niçin parlamıyor? Eski sahibesini özlediği için mi? Akik, kalbin aynasıdır derler, belki de kalbimle ilgili ev ödevimi gözden geçirmeliyim. Hocamın bana verdiği şu zorlu ödeve bakar mısınız siz?