Hocaya sorun, o anlatsın

Ben de tam bunu söylüyordum işte... Soğuk savaş döneminde, “anti-batı”, “anti-emperyalist” dünyaya göz kırpan ve üçüncü dünyacılıkla karışık tuhaf bir solculuğun izini süren Türk entelijansiyası, duvar yıkıldıktan sonra aslına rücu etti.

Kemalizm’i keşfetti.

CHP’nin macerasını izleyerek bunu daha iyi anlayabiliriz.

İhtiyaca binaen, yani İsmet Paşa’nın “O halde biz de ortanın solundayız” beyanıyla birlikte “sol” olmuş CHP’nin, hiçbir zaman “sol değerleri” benimsemediğini, mevcut solları etkisiz kılma, en azından devlet açısından “zararsız” bir noktada tutma ali maksadıyla yola çıktığını, bugün Türk sol siyasetine yön verenler de itiraf ediyor.

İşin ilginç tarafı şu:

Devlet adına “zararsız” bir noktada tutulan, yani CHP dışındaki solların da, “sol”la bir alakası bulunmuyordu.

Uzatmayalım.

Bugün sol siyaset olarak ortaya çıkan “şey” (bu son derece amorf bir şeydir), resmi ideolojinin açtığı alanda ve okların gölgesinde büyümüş, serpilmiş, pazara sürülmüş bir şeydir.

Marksist değil, Kemalist’tir.

Haksızlık olmasın... “Marksizm’e dayalı bir sol anlayışın izini sürmeliyiz” diyen saf ve iyi niyetli aydınları bunun dışında tutuyoruz. İnatla ve ısrarla Marx’tan kaynaklanmamız gerektiğini düşünüyorlar.

Düşündükleriyle kalsalar da, “resmi sol”la aralarına mesafe koymayı biliyorlar.

Bu da bir erdemdir...

Hayır, elbette “sol” ya da “sollar” konusunda ahkâm kesecek değilim.

İşin esasını öğrenmek için, Kemal Tahir ve İdris Küçükömer okuyun...

Küçükömer hoca, rahmetli, “sol”un statükoyla, yani resmi ideolojiyle ilişkisini (resmi ideoloji karşısındaki kırılganlığı) vazıh bir biçimde ortaya koydu... Sola niçin “sol” demememiz gerektiği konusunda inandırıcı kanıtlar sundu. Hemen “Düzenin Yabancılaşması”ndan başlayarak, bütün kitaplarını okuyalım. “Sivil Toplum Yazıları”na hususen dikkat edelim. Türk solunun ya da sollarının niçin “sivil” olmadığı, otuz iki kısım tekmili birden, bu kitapta... Bu kitabı vücuda getiren Yücel Yaman hocaya teşekkürü de eksik etmeyelim.

Şunu demek istiyorum:

Duvar yıkıldıktan sonra siyaset yeniden kuruldu ve “sol” (özellikle CHP), yeni düzene ayak uyduramadı. Bir anlamda, duvarın altında kaldı... Çıkar yol olarak Kemalizm’i ve “ulusalcılığı” keşfetti...

Bakın Seyfettin Gürsel ne diyor: “Bu partiyi (yani CHP’yi) yenileyebilir miyiz? Ulusalcı dediğimiz, eski CHP’nin ideolojisinin tamamen tesiri altında olan ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin bundan ibaret olduğunu ve Kemalizm’in son kalesi olduğunu savunan çok kuvvetli bir kanat var. Bunun tabanı da var, sözcüleri de var, milletvekilleri de var. Ve bu hâl de CHP’yi adeta şizofrenik bir parti yaptı. Ya da şöyle diyelim: Pranga vurdu partiye. Dolayısıyla tam anlamıyla bloke ol muş, hareket edemeyen günlük ve sıcak konularda tavırsız kalan bir parti durumuna geliyor. Oysa Kürt sorunuyla birlikte siyasetin yeniden kurulması söz konusu... CHP bu konularda hiçbir şey söyleyemiyor veya söylediği zaman da AK Parti’nin gerisine düşüyor. Cumhuriyet Halk Partisi’nin bölünmesi lazım... Ben başka çıkar bir yol görmüyorum.”

Seyfettin Gürsel, “bölünme” derken, “yenileşme ihtiyacının” altını çiziyor.

Belki de bir SHP-CHP ayrışmasından söz ediyor. Bu ayrışmanın yaşandığı yıllarda, teorisyenliğini İsmail Cem’in yaptığı ikinci dönem CHP’si, gerçekten de umut vermişti.

Demokrattı, görece anti-Kemalist’ti, statüko karşıtı düşünceleri seslendiriyordu ama “sivil” değildi.

Sivilliği “üniforma karşıtlığı” olarak görenlere İdris Küçükömer’i tavsiye ediyorum.

Halkın “inanç ve değer tercihleriyle”  barışık olmadan, sivil olunamayacağını size o anlatsın...