Hükümet, Cemaat, MGK

Cemaat medyasında ve çevrelerinde çokça ifade edilen, istisnasız herkese belletilmek istenen şey dünün mazlumunun bugünün zalimine dönüştüğü iddiası.

Son gelişmelerle güncellenen versiyonunda Hükümetin “camia”ya haksız hukuksuz ölçüsüz şekilde “saldırdığı”, yolsuzluk iddialarının üstünü örtmek için devletin ve siyasetin bütün imkânlarını seferber ettiği, hatta son Milli Güvenlik Kurulu toplantısında ne yapıp edip “cemaat ulusal güvenliği tehdit ediyor, bertaraf edilmeli” kararı çıkarttığı argümanı hayli baskın. Bir anlamda “devlet, Başbakan’ın elinde oyuncak oldu” demek istiyorlar.

Zaman’ın post-modern darbenin sene-i devriyesinde attığı “28 Şubat 17 yıl sonra hortladı” başlığı tam da o algının / politikanın (veya propagandanın) bir sonucu. İbretlik bir tenakuz olarak işaretledikleri şey ise o gün mağdur olmuş siyasi geleneğin-hareketin bugün devlet dilini ve elini kullanarak cemaate mensup insanlara kast ettiği seklinde.

Öyle mi peki? Bakalım.

28 Şubat (1997) MGK kararlarıyla 26 Şubat (2014) MGK kararı arasında öncelikle tehdit algısı bakımından ciddi farklar var. Birinde darbeye bahane için üretilen ve köpürtülen bir korku, diğerinde geç fark edilmiş somut ve sistematik girişimler söz konusu.

28 Şubat’ta diğer darbelerden farklı olarak sadece dindar insanlara hayatı dar eden ağır bir baskı vardı. Hak gasplarının, hukuksuzluğun, ötelemenin ve nefret suçlarının haddi hesabı yoktu. Refah Partisi iktidardan uzaklaştırılırken bir toplum kesimi de siyasetin, ekonominin, kamusal hayatin merkezinden dışarıya itiliyordu. Darbenin ekonomik yanı belirleyici olmasına rağmen görünür yanı sınıfsaldı.

İlkinde yerleşik vesayetçi yapının, devlete hakim anti-demokratik anlayışın sivil siyasete ve dindar insanlara açık kastı var. Hükümete darbe de, çevreden merkeze yürüyen muhafazakarlara uygulanan ayrımsız şiddet de sabit. Darbeye dayanak yapılan ve kamuoyunu ikna etmek için ileri sürülen görüntüler ise ilahi okuyan kız çocuklarından, Başbakanlık konutuna iftara gelen sakallı amcalardan, bileğinin hakkıyla üniversite sınavını kazanan ve okulunu bu şekilde okumak isteyen başörtülü öğrencilerden ve sahte bir şeyhle basıldığı için ekran ekran gezip ağlayan bir kadından öteye gitmiyor. Velhasıl ülkede solunan hava, darbe hazırlayıcılarının sahneye koyduğu bayat senaryolarla, darbe sever medyanın Fatih Çarşamba’da sakallı çarşaflı kovalayarak, irticayı hortlatarak kirlettiği hava.

İkincide ise devlete ve siyasete tasallut eden bir yapının “suç kapsamına” giren faaliyetlerle niyetini ve potansiyelini iyice belli etmesi sonucu, devletin ve sivil iktidarın kendini savunma refleksi var. MGK kararının alınmasına neden olanın, failleri hakkında idari-hukuki soruşturmaların yürütülmesine neden olan olaylardan çok bu yapının olası bağlantıları ve potansiyeli olduğunu tahmin etmek zor değil.

Şimdiye dek ortaya çıktığı kadarıyla binlerce insanın yasadışı yollarla ya da yasaların -yetkilerin suiistimal edilerek dinlenmesi, şantaj ya da itibar suikastı için mahrem görüntülerin kaydedilmesi, adli hukuki soruşturmaların siyasi operasyonlara dönüştürülmesi, MİT TIR’larına ülkenin milli menfaatlerine halel getirecek şekilde müdahale edilmesi gibi olaylardan bahsediyoruz.

Bu suçların-olayların faili konumundaki insanların cemaat mensubu olduğunu ve cemaat hiyerarşisine uygun, kamu hiyerarşisine aykırı şekilde davrandığını bize düşündürten ise cemaat temsiliyeti olan kişilerin ve yayın organlarının suçlamaları reddedip filleri ve failleri sahipleniyor olması.

28 Şubatta suçsuz insanların cezalandırıldığını, en temel haklarının gasp edildiğini, burada ise hukuk içinde görünen, devletin verdiği yetkilerle suçların işlendiğini unutmamak gerekir.

Kuvvetli ihtimalle, devletteki tehdit algısını pekiştiren birkaç temel nokta daha var. MGK’dan böyle bir karar çıkıyorsa devletin elinde somut başka bilgiler bulgular olmalı. Kamuoyuna yapılan açıklamalarda bunu bu netlikte görmesek de Cumhurbaşkanından başlayarak devleti yönetenlerin dinlenmesiyle elde edilen kozmik bilgilerin nereye servis edildiğinin bilinmezliği muğlaklığı dolayısıyla tehdidi artıran bir neden sayılmalı.

Ama asıl zor ve zorlayıcı olan, uyuyan hücrelere ne yapılacağı. Paralel yapının devletin her yerinde var olması bir yana, 17 Aralık sürecinde tecrübe edildiği üzere bir yerden düğmeye basılmış gibi harekete geçebildiği ama o hareket başlatılmadığı yani suç mahallinde bulunulsa da suça teşebbüs edilmediği müddetçe hukuk devleti içinde -haliyle kimseye dokunulamayacak olması da devletin teyakkuz halini artırıyor olabilir.