Hürriyet: Efendiniz her yerde!

Türkiye iki haftadır ‘Türkiye Türklerindir’ logolu, ‘amiral gemisi’ lakaplı Hürriyet gazetesinin ‘icraatları’nı konuşuyor bir şekilde.

Daha doğrusu siyasal-toplumsal durumları fon olarak kullanıp kendi kendisini haberleştirmesini, kibirli varlığı ve üstenci diliyle kurduğu hiyerarşiyi tüm Türkiye’ye dikte etmekteki becerisini...

Sıcak olaylardan yahut olgusal tartışmalardan hareketle kelimenin tam anlamıyla yeniden ‘üretilen’ yani basbayağı ‘kurgulanan’, ‘eğilip bükülen’ gerçekler ‘haber’ formatında çıktı çünkü karşımıza.

Bir ‘yabancılaşma efekti’ yaratarak bizi asıl meseleden uzaklaştırdı, sersemletti, terörize etti ve her birimizi imajinatif açıdan yeniden formatlayarak Efendi’nin kim olduğunu hatırlattı.

Bütün hikaye hepi topu iki vaka üç fotoğrafta geçti:

Vaka 1) Hürriyet’in Pazar eki, eski burjuva-yeni burjuva kıyaslaması yapması ve ‘sonradan görmeleri’ bir güzel ‘saptaması’ için bir muhabirini iki ayrı ‘zengin evi’ne gönderir.

Haberin temel motivasyonu ilk başta doğal bir haber merakıymış gibidir. İki aileye de eşit yer ayrılır, ikisi de gözlemlenmeye, değerlendirilmeye gönüllü görünmektedir.  

Ailelerden biri yerleşik burjuva beyaz Türk aile için ‘norm’ olarak kurgulanır. Böylece diğerine bu durumun ‘sapma’sı’, ‘anormal’i olmak düşer.

Farklılıklar, zıtlıklar bu güdü üzerinden vurgulanır -ki okur, ‘yersiz ve yakışıksız’ olanı, ‘sonradan görme’yi kolayca tespit edebilsin.

O ailenin temsil ettiği düşünülen sosyal sınıf, ‘kara kalabalıklar’ arasından sıyrılmış para kazanıp daha önce boy göstermediği alanlarda görünür olmaya başlamış olabilir.

Üstelik bu durum normalleşmeye çoktan yüz tutmuş, emek-sermaye-burjuva tartışması çeşitlenmiş, sermayenin orta-alt sınıflara doğru yayılması kınanması değil alkışlanması gereken bir sosyoekonomik durum olarak kabul görmüş olabilir.

Olabilir.

Ama işte hayır!

Hele siz bi durun bakalım...

Unutmayın ki ‘Türkiye -beyaz- Türklerindir’. 

‘Sahibiniz’ Hürriyet beyaz plastik eldivenlerini şlap şlap giysin hele nazenin ellerine. Burnunu tutarak, arada bir derin nefesler alarak da olsa sabırla, merakla şöyle bir evirip çevirsin kurcalasın bakalım bu ‘yabancı nesne’yi.

Hah işte, yakaladı bak: Demek inancınız gereği eve ayakkabıyla girmiyorsunuz!

Estetik zevkiniz hala incelmemiş üstelik, umreye de gitmişsiniz ama şıkır şıkırsınız maşallah!

İşte böyle iyot gibi açığa çıkarılır, afişe edilirsiniz ki azıcık haddinizi bilin. Cık cık cık...  

Vaka 2) Patron Aydın Doğan’ın ifadesiyle ‘devletin gazetesi’nin genel yayın yönetmeni Enis Berberoğlu, becerikli foto muhabirini de yanına alıp ‘devlet arazisi’nin sorunlu bir bölgesine doğru yola çıkar.

Asayişi kontrol ve hakimiyeti pekiştirme amaçlı macera duygusu da içeren bir tür safari...

Hava sıcak, arazi engebeli, şartlar zorludur. Etraf tenha görünse de tehlike sezilmektedir.

Aşağıdaki arazi derin çukurlar, puslar içinde görünmekte, bu görselin metaforik anlamları bakana ne ilhamlar vermektedir.

Efendi, sarp bir yamacın zirvesine tırmanmıştır. Beyaz örtüsü hafif bir esintiyle hareketlenen masada, işe koyulmaya hazır olduğunu gösteren kolları geri kıvrılmış bembeyaz gömleği ve biraz da bu işlerden artık sıkılmaya başladığını anlatan yüz ifadesiyle oturmakta, ta uzaklara bakmaktadır.

Güneş ışınlarından korunmak için gözler kısılır. Sinek kaydı traşı gün içinde eskimiştir ama prodüksiyon iyidir.

Portatif, her an katlanıp kaldırılabilir masada ‘plastik iyi niyet çiçekleri’ ve fotoğraf makinesi, laptop gibi efendilere özgü ‘hobi aparatları’ bulunmaktadır. Hiçbir koşulda feragat edilemeyecek olan kahve de unutulmamıştır - ki porselen fincandaki sütlü çay da olabilir.

Ha ayrıca, hasır şapkası ve kırbacı fotoğrafta görünmüyor olabilir ama şu zorlu dağ başında tüm Kürtlere ve Türklere bahşettiği şeref ve emniyet her an gazaba da dönüşebilir. Değil mi ki kendisi, Efendimiz.