Hüseyin abimizi kaybettik

İstanbul’a döndüğüm gün aldım haberini. İlk uçakla gerisin geri Malatya...

Cenazesine yetişemedim ne yazık ki.

Hüseyin Kartal’severler olarak o gün oturduk taziye evinde; Ahmet Keskin, Oktay, Şevket ve Ömer Çelik; “Hüseyin abi”li hatıralarımızı anlattık ve ardından “Rahmetli aramızda olsaydı buna nasıl tepki gösterirdi?”sorusuyla biten bir dizi anekdot...

Kendi taziyesinde bile, bir şekilde varlığını hissettiriyordu.

Oradaydı...

Salih Tuna olsaydı, daha mutlu olacaktı.

Böyle hissediyordum.

Roman yazıyordu. Tanışmamız da böyle olmuştu. Bir gün çıkıp gelmişti çalıştığım dergi bürosuna, “Tatlıcılık yapıyordum, şimdi roman yazıyorum” demişti. Memleketten selamlar getirmişti. 80’li yılların sonu olmalı...

İnsanları şaşırtan bir rahatlığı vardı.

İçten ve yalındı...

İlk tanıştığımız gün hemen ele vermişti kendini. Mesafeden hoşlanmıyordu, hoşlanmadığını belli eden teklifsiz rahatlığı beni de etkilemişti ve “hah işte, bu” demiştim. Sonradan, tanıştığı her insana böyle dedirttiğini fark ettim.

O gün (tanıştığımız ilk gün), dakka bir gol bir, “Bırak abi yaa. Senin yazdığın romandan ne olur” demiştim. Buna çok güldüğünü hatırlıyorum. Bu nevi takılmaları özellikle istediğini ve beklediğini söylediğinde şaşırmıştım.

Romanlar yazdı, evet.

Kendi alanında başarılı ve çok okunan romanlar.

Romanlarıyla çok hizmet etti ve tahayyülündeki dünyaya ilişkin önemli ipuçları sundu. Bunu görmek sevindiriyordu onu. “Bir görevi ifa ediyorum” diyordu. “Abi biraz sanat katsan şunlara” dediğimde köpürüyordu, “Ne sanatı lan? Sanatı siz katın. Salih Tuna ve sen... Biz ümmetin derdini yazıyoruz”diyordu.

Esasında, haksızlık ediyordu yazdıklarına. “Sanatsız” saydığı romanlarında ince bir sanat ve işçilik hep vardı. Realist edebiyatın izleklerine dayalı, kolay okunan, kolay algılanan ama zor yazılan romanlardı.

Sadece roman değil, şiir de yazdı.

Ama Hüseyin Kartal, bizim için “romancı ve şair Hüseyin Kartal” değildi.

Hüseyin abiydi.

Hayat gailesi onu nerelere sürüklediyse, hep peşinde olduk.

Birçok işi denedi.

Üç ya da dört kez kitapçı dükkânı açtı, kendi ifadesiyle “hepsini batırdı...”

Köftecilikten tatlıcılığa, dergicilikten gazeteciliğe, sahaflıktan siyasi parti temsilciliğine yapmadığı iş kalmadı.

Yapmayı çok istediği bazı işler de tahayyülünde kaldı. Şiir kaseti çıkaracaktı. Tiyatro yapacaktı.

Hüseyin abinin işlettiği dükkânlar, aynı zamanda buluşma mekanımızdı.

Salih Tuna, Sacit Özen, Bürol Küle, Osman Atalay, İsmail Çetinkaya ve rahmetli Mustafa Öcalan, ipi kopardığımızda soluğu Hüseyin abinin dükkânında alırdık. Bizi dinlerdi. Takılmalarımıza katlanırdı. Mukabil takılmalarıyla canımızı sıkardı. Daha doğrusu, “canımız sıkılmış gibi” yapardık. Oyunumuzu fark edince kızar, içinde “ulan” geçen cümlelerle saydırırdı.

Çok güzel bir insandı.

Duyarlıydı...

Emektardı.

Fedakârdı.

Ümmetin meselesini dert edinmiş en gariban müntesiplerden biriydi.

İstanbul’dan Malatya’ya kesin dönüş yapınca, “Ezcümle” diye bir edebiyat dergisi çıkardı. Genç edebiyatçılara alan açtı, birçok isim kazandırdı.

Malatya’ya yolum düştükçe onu ziyaret eder, İstanbul’daki günlerimizi yadederdik.

Sağlık sorunları vardı.

Sigarayı bırakması gerektiğini söylerdim, “Sen neden içiyorsun lan!” diye karşılık verirdi.

Rahatsız olduğu haberini alınca telefon açmıştım. Karaciğerinde bir kitle olduğunu söylemişti. Ben takılmadan lafı ağzımdan almış, “Bana bir şey olmaz, değil mi?” demişti gülerek. Sonra, kendi durumunu bırakmış, Mısır’daki darbecilere verip veriştirmişti. O durumda bile sorumluluk hissediyordu.

Hüseyin abi’mizi kaybettik.

Türkiye de bir “değerini” kaybetti.

Hepimizin (dostlarının, sevenlerinin, ailesinin ve okurlarının) başı sağ olsun. Mekânı cennet olsun.