Hz. Adem'le Hz. Havva'nın çocukları arasındaki gülünç üstünlük iddiaları…

'İman/ inanç', akıl yoluyla bütünüyle anlaşılması zor olan bir 'cevher'dir. O cevheri bilmeyen veya anlamayanlar açısından, en kıymetli mücevherle sıradan bir renkli taş arasındaki farkı fark edememek gibi, neredeyse imkânsızdır.

Bütün 'vahy-i ilâhî' kaynaklı dinlerde, ilk insan olarak yaratıldığına inanılan Hz.Âdem ve Hz.Havva'nın, insanlığın başlangıcı olduğuna inanmayanlar, bütün bu mükevvenâtın, kör bir tabiat tarafından, kendiliğinden oluşan bir 'evrim teorisi'yle izah etmeye çalışırlar. Ve elbette yaratılışa ve insana dair yaptıkları izahların hiç bir tutarlılığı da yoktur.

*

*

Evet, Hz. Âdem ve Hz. Havva'nın çocukları arasında da ihtilâf olmuş ve Habil, kardeşi Kabil tarafından katledilmiş ve böylece ilk insan kanı cinayet yoluyla yeryüzüne dökülmüş ve ondan sonra insanlar Habil Nesli ve Kabil Nesli olarak ayrışmışlardır...

Bu arada, insanların derilerinin renkleri siyah, beyaz, kızıl, sarı, veya melez ve, dilleri de farklı farklı yaratılışındaki ilâhî hikmet üzerinde çeşitli görüşler dile getirilmiştir...

*

Ama, asıl mesele, Hâlıq-ı Zülcelâl'in, Yüce Yaratıcı'nın hikmetini kavramaya çalışmaktır...

Şöyle bir düşünelim...

Hz. Nuh Aleyhisselâm'ın inananları bir avuçtu... O kadar ki, kendi oğullarından birisi de ona inanmıyordu. Ona, 'Bir gemi yap, tufan olacak, gemiye inananlarını al, diğerleri gark olacak...' 'emr-i ilâhî'si gelince, Hz. Nuh, kendisine inanmayan oğlunun da gark olacağını düşünerek, babalık duygusuyla, oğlunun boğulmaması için Allah'u Teâlâ'ya niyazda bulundu ve cevaben de, 'Senin evlâdın gark olamayacak' denildi... Ama oğlunun da tufanda boğulmakta olduğunu görünce, Hz. Nuh, bu durumu sual eylediğinde, 'vahy' nâzil oldu ve 'Senin evlâdın seninle birlikte olanlardır.' meâlindeki ölçü bildirildi.

*

Hz. Mûsa aleyhiselâm, kendi zamanının Firavun'una ve firavunluk düzenine karşı çıkarken, etrafında, onunla birlikte olanlar da, müminleri bir avuçtu.

*

Hz. İsâ aleyhisselâm'ın 33 yıllık dünya hayatında etrafında toplanan müminleri, (havarileri) 12 kişiden ibaretti, amma, onlardan birisi olan Yehuda da ona ihanet etti, yakalanmasını sağladı...

*

Hz. Peygamber (S)'in zuhûr ettiği, neredeyse silme müşrik, putperest bir Mekke'de, en yakınındaki amcası Ebû Leheb gibilerle mücadele etmek zorunda kalırken, yanında sayı olarak küçük, ama, büyük bir 'millet' vardı...

Hz. Peygamber'in hemen yanı başındaki bu 'büyük millet'in önde gelenlerinden birileri de Habeş'ten Bilâl, Yemen'den Ebû Zerr, Fars diyarından Selman gibiler idi... İşte o 'büyük millet' ezelden ebede akıp giden insanlığın ve dünyanın gelişim çizgisini değiştirecekti...

*

İşte öyle bir sosyal bünyede Arap olan veya olmayanlardan nice topluluklar o zamandan beri, 14 asırdır, 'Vahy-i ilâhî'nin, İslâm'ın inanç potasında eriyip Hz. Peygamber'in yönlendirdiği istikamette, insanlık tarihine damgalarını vurdular ve vurmayı ve zamanın derinliklerine nüfuz etmeyi sürdürmekteler.

Evet, biz İslâm Milleti'ni diğerlerinden ayıran özellik, bu iki temel unsurda, 'Tevhîd İnancı'nda/ 'Lâilaheillallah' ve Nübûvvet'te birleşmeleridir. Bu temelde birleşen insanlar arasında, üstünlük için tek ölçüKur'an-ı Mûbîn, 'En üstününüz, taqvâ ve fazilette üstün olanınızdır...' meâlindeki (Hucûrât Sûresi-13.) âyetle beyan etmiştir. Bunun dışındaki her türlü 'üstünlük' iddiası İslâm açısından 'merdut'tur, ret olunmuştur.

Biz İslâm Milleti olarak, bu ölçüyü aslî özelliğimiz olarak asırlarca koruduk.

Amma, özellikle son 2 asırdır, şeytanî güçlerin, emperyalistlerin beyinlerimize akıttığı zehirle, kan bağı, soy-sop, dil veya deri rengi, ya da içinde doğulan sosyal veya coğrafî mekân farklılıklarına göre, aramızda haram olan ölçüler icad ettik.. Allah'ın 'Millet-i İslâm' adını verdiği biz, kendi aramızda 'çocukluk hastalıkları', kabilecilik, bölgecilik, coğrafyacılık, ulusçuluk' gibi ayrılıkçı eğilimlerle, diğerlerinden 'üstün' veya 'düşkün' denilen onlarca- yüzlerce, kavimler oluşturduk...

*

Halbuki, 'Hz. Peygamber Arap kavminden olduğu için, Arap kavminde üstünlük vardır' diyenler İslam'ı anlamamışlardır, denilmiştir geçmişte; nice büyük zihinlerce...

*

Osmanlı'nın Müslümanların tarihinde en uzun ömürlü ve büyük bir devlet olmasının en büyük sırlarından birisi bu noktada da gizliydi. Asırlarca, hiçbir gerçekçiliği de bulunmayan bir 'kavmî- ırkî üstünlük iddiası' hele de son yüz yılımızda daha bir mahvetti zihinlerimizi, duygularımızı ve Müslümanlar arasında kimileri kendilerini üstün, kimilerini de daha aşağı seviyede gördüler.. Bu cümleden olmak üzere, 'beyaz ırk'ın üstün olduğu şeklindeki sapkınlığı bugünlerde Amerika'daki Başkanlık Seçimi kampanyalarında da görüyoruz, Trump-Kamala mücadelesinde...

Bu bakımdan, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, evvelki gün Malazgirt Zaferi'ni, sadece bir kavme mal eden zehirli ideolojinin elinden alıp, 'Malazgirt, müslümanların zaferidir ve Türklerin yanında kürdler ve arablar da vardı o savaşta.' demesi, zehirli ideolojilere karşı bir panzehir hükmündedir... Ve biz dahasını da söyleyelim, taa Maveraunnehir kıyılarından Malazgirt'e gelen Sultan Alpaslan'ın ordusu, sadece türklerden olmayıp, 'Lâilaheillallah, Muhammed'un Resulullah...' diyen bütün kavimlerden oluşuyordu ve Bizans ordusunda ise, Müslümanlara karşı savaşanların arasında, -o zamanlar henüz gayrimüslim olup- Karadeniz'in kuzeyinden 'paralı asker' olarak gelen Kıpçak Türkleri bulunuyordu. (Bunu Selçukoğulları ismiyle yayınlanan kitap çalışmamızda da göstermiştik...)

Şimdi, son 100 yılın o dışlayıcı ve zehirli yaklaşımından gecikmeli de olsa, uzaklaşılması İslam Milleti'nin geleceği için 'hayır'lara vesile gelecek bir gelişmedir. Kezâ, Devlet Bahçeli'nin 2-3 ay kadar önce yaptığı bir konuşmada, 'Üstünlük soyda değil, taqvâdadır...' demesi, hayırlı bir gelişmeydi...

Emperial güçlerin, Müslüman coğrafyalarında yeni düzenlemeler tezgâhlamak istedikleri bir sırada, gerekli olan millî birliğin özüne yönelmek, hayırlı olacaktır inşallah...

Unutulmasın ki, 105 sene öncelerde Osmanlı devleti, emperyal güçlerce tarih sayfasından tasfiye edilirken kurulan 'Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri, Müslümanların 'küffar'a karşı mücadele için yola çıkarken, o cemiyetin nizamnâmesinde hedef olarak, ilk madde, filân kavmin, filân coğrafyanın kurtarılması değil, 'Müslüman ahaliye yapılan mezalime son vermek' şeklinde ifade ediliyordu.

Ama, sonra 'Ne mutlu filân kavimdenim...' saçmalığı baş tacı edildi...

Bu söze karşı (merhûm) Erbakan, 1992'de Bingöl'de yaptığı konuşmada, 'Siz ne mutlu türküm...' derseniz, benim Müslüman kürt kardeşim de 'Ne mutlu kürdüm...' demek hakkını kazanır. Halbuki, 'Elhamdulillah Müslümanız...' desek, bundan hiç kimse rahatsız olmaz...' dedi diye, onu, 'Bölücülük yaptı', diye 1998'de yargıladık, siyasî haklarını elinden aldık...

Çünkü malum emperyal dayatmaları laikliğin amentüsü gibi tekrarlayanlar kendileri için yaklaşan tehlikeyi görmüşlerdi...

Bu açıdan, bugün gelinen nokta, hayırlı bir ilk adımdır, gerisi gelmelidir...

*