Iğdır’da kurulu ‘söz’ çadırı

Doğu Anadolu Grubu olarak Iğdır, Kars, Ardahan yolundaydık. Iğdır; Azerbaycan, İran ve Ermenistan’la “sıfır noktasında” komşu. Haritanın en doğusunda. Farklılıkların bir aradalığı açısından da önemli bir toplumsal tecrübeyi sunuyor kent. Kürt, Azeri, Sünni, Şii, hep birlikte, yanyana yaşıyorlar Iğdır’da. 

 

 

Iğdır’daki tüm konuşmalarımız, Ağrı Dağı’nın eteklerinde cereyan etti. Iğdırlılar diğer kapılarını çalıp ziyaret ettiğimiz Doğu illerimizde de gördüğümüz gibi; büyük bir alakayla koşup geldiler konuşma meydanlarına. O kadar çok şey birikmiş ki zihinlerimizde. Halfeli Beldesinde geniş tentelerle kurulmuş söz çadırında birbirinden farklı hayat hikayelerine açıyoruz kalbimizi, aklımızı. Evlatlarının birini Şırnak’ta diğeriniyse Hakkari’de kaybetmiş acı dolu bir babayla (Ahmet Akdeniz), kardeşini kırsalda kaybetmiş ağabey (Agit Karadağ) yanyana duruyor. Ayaktalar. Gözleri kuyu gibi olmuş iki adamın da. O kuyudan çektikleri suyu, çılgın ateşin üstüne döküyorlar: “Biz acıyla dağlandık, başka ocaklar sönmesin” derken titriyorlar.

Iğdır’da çözüm hakkında ciddi endişeleri olanlar da var; bunun sonucu eyaletleşmeye mi gidecek, siyasi prim adına mı girişildi bu sürece, siz kimi temsil ediyorsunuz, kim verdi size bu görevi diye soruyorlar.

***

Çoğu kişi konuşmalarının arasında “biz de insanız”, “biz de insan yerine konmak istiyoruz” dediler. Laf olsun diye söylenmiş sarf edilmiş cümleler değildi bunlar. Doğularda çok sık rastladığım derin incinmişlik hissi, belki de çözüm ve barış sürecinde üstesinden geleceğimiz en zorlu şeydir. Şiddet biter, çatışmasızlık bir gün kalıcı olur, yeni anayasa ve demokratikleşmeye dair restorasyonlar bir gün kemale erer. Ama ya uzun yıllara dayalı birikmiş o derin incinmişlik. İliğe kemiğe işlenmiş o ikincillik, dışlanmışlık, hoyratça ötelenmişlik hissi. Bununla hem yüzleşmek hem de bu içselleşmiş hüznü tamir etmek hiç de kolay değil.

Mavi Marmara duruşmalarını izlerken de müşahede etmiştim. Mağdurun nezaket dolu dili şeklinde ifade etmiştim. Iğdır’da çarpıcı olarak fark edeceğiniz şeydir nezaket: Kocası 36 yıldır hapiste olan teyze konuşurken yeleğini ilikliyor, evlatlarını kaybetmiş amcalar cümle kurarken özür diliyorlar, eğer hatam olursa Türkçem yüzünden, beni affedin diyorlar. “Baş göz üstüne, çıkıp geldiniz ya Allah razı olsun” diyorlar. Hepsi en güzel kıyafetlerini giyinip kuşanmışlar. Toz kalkmasın diye yollara su dökmüşler. Bir çift selam, bir sarmaş dolaş, bir içten tebessüm, bazen kütüphanelerce kitabı tartıyor.

Doğu ziyaretlerimizde sıkça dile gelen “statü” talebi mesela, Iğdır’da dile getirilmedi. Gerçi statü talebinde de içerik farkı dikkat çekici; çoğu kişi anayasal eşitliği anlıyor statü talep ederken. Iğdır’da Öcalan’a özgürlük talebi de diğer illere göre yoğun değildi. Ana dilde eğitim ise hemen herkesin dillendirdiği bir talepti. BDP’li Belediye Başkanı KCK’dan içeride. Uzun tutukluluklardan şikayetçi konuştuğumuz çoğu kişi. Kamu hizmetlerinde tercümana duyulan ihtiyaçtan söz ediyorlar.

***

Bediüzzaman Doğudaki gezilerimizde sürekli yoldaşımız. Sağımızda solumuzda geziniyor sanki. Girdiğimiz her köye bizden önce yetişmiş, geçtiğimiz her yolda bir iz bir işaret bırakmış. Sanki hiç vefat etmemiş gibi. Uluslaştırma politikası paradigmal çöküşü yaşarken, o politikanın imha etmeye azmettiği hemen her fikir, fıtri duruş, doğal hak halen dimdik ayakta...

Ağrı Dağı muhteşem. Sanki heybetli bilge bir insan gibi. Gece uzun süre seyrettim onu. Allah kulluk vazifesini ilkin dağlara vermiş de dağlar paramparça olmuş haşyetten. Sonra kulluk hali, insana düşmüş. Ah, insanlık. Meleklerin kan döküp bozgunculuk çıkartacağından ötürü gözyaşı döktüğü insanlık. Ama Rabbimiz kuşkusuz onların bilmediğini de biliyor. Yani selamet umudu her daim insanda. Barış, selamet, kutsal bilgi olsa gerek!