İlerici partimiz diyor ki: ‘Çare vasatlık’

Siz olmayan “ev baskınlarını” tartışın, ayranı “bal gibi de siyasal simge” ilan edin... “Hınk” deyicileriniz de kendi patronlarına uyguladıkları sansürü unutup “sansür var, çalışamıyoruz” diye rezalet çıkarmaya devam etsinler... Biz “kurtarıcıya” kulak verelim.

Konuyu, yasaklı bulunduğum (müstearla yazmak zorunda bırakıldığım) dönemde gündeme getirmiştim...

Bir “kurtarıcı”yla konuşuyorduk.

Bir subay...

Dışarıda kirli karanlık bir yağmur...

Söze, Attila İlhan’dan başlamıştım. Bildik CHP diktasını eleştiriyordu Attila İlhan: “CHP diktası faşizan bir iktidar iken” diyordu, “Köylünün proleterleşmesini önlemek (belki de sosyalizme giden yolu kapamak) için, kırsal kesim adamını o kesimde tutmayı amaçlamış, köy enstitülerini bu nedenle örgütlemişti. Üstelik ülke kalkınmasını altyapısal bir dönüşüme (ciddi toprak reformu, sanayileşme, burjuvalaşma, kentleşme) bağlamıyordu. Halkevleri kasabada, köy enstitüleri ise köyde ‘Batılı’ kültürü yayacaklar. Böylece Türkiye’nin kalkınması gerçekleşmiş olacak!”

Konu, periyodik aralıklarla ısıtılıp ısıtılıp gündeme getiriliyordu.

İlerici mahfiller pek bir hoşlanıyorlardı bu edebiyatı (“köy enstitüsü” edebiyatını) yapmaktan.

Türk halk cahil ve eğitimsizdir, giderek “çağdaşlaşma”hedefinden uzaklaşmaktadır, bu nedenle köy enstitüleri ihya edilmeli, her deliğe, her bucağa halkevleri açılmalıdır.

Esasında mediokrasiye duydukları özlemi dile getiriyorlardı.

Bilgiyi, görgüyü, çağdaşlığı değil, vasatlığı savunuyorlardı.

Engin Ardıç yazmıştı: İlerici partimiz hâlâ bu nostaljiyle kavrulup duruyormuş.

Parti programlarında da yazıyor mu?

Hiç ihmal etmesinler... O muğlak “eğitim hedeflerinin” yanına mutlaka “köy enstitüsü” ibaresini yerleştirsinler.

Ne güzel özetlemişti Hadi Uluengin: “Köy enstitüleri cumhuriyet ideolojisine ilke oluşturan vasatlığın yaygın bir ortak payda haline dönüşmesine zemin hazırlamıştır. Zira, köy enstitüleri, istisnalar hariç, mürekkep yalamış cahil üretmiştir. Buradaki eğitim sistemi, halkçı geçinen ve ilericilik babında mangalda kül bırakmayan, ama aslında ne halk ne de aydın olan vasatlar ordusunu oluşturmuştur. Kâzım Karabekir’in daha TBMM’deki tartışma sırasında saptadığı gibi ‘az görgülü yarı münevverlerin nüfuz ve maddi manevi tahakkümünü’ yerleştirmiştir. Zaten cüret cehaletten geldiği için de, enstitülü zevatın ‘ileri’ kültürü kasaba meyhanelerinde ‘sol’ nutuk çekmek, asla edebî ve beşerî değeri olmayan anti-demokrat kitaplar yazmak veya çok matah bir şeymiş gibi, Müslüman kimlikli Türkiye halkına ‘domuz eti’ yemeyi öğütlemekle sınırlı kalmıştır. Onların ‘aydınlığı’ yarı cehaletin en tehlikeli karanlığını oluşturmuştur.”

Yağmur hızını artırmış, gökyüzünün laciverdi kirli bir siyaha bırakmıştı yerini. Camda yansıyan o bozkır yalnızlığı, o namütenahi ıssızlık, göz alabildiğine Uzunyayla stepleri...

Cigaranın biri sönüp biri yanıyor.

Kurtarıcı, “Cumhuriyet devrimlerini ‘cahil’ ve ‘eğitimsiz’ halka ulaştıracak ‘ara kültür teşekküllerine’ ihtiyaç var” diyordu.

Çağdaşlaşma hedefi için “ara kültür” teşekkülleri...

Ona, “çağdaşlaşma” ihtiyacıyla “batılılaşma/yabancılaşma” hedefinin farklı şeyler olduğunu, “antiemperyalist ve tam bağımsızlıkçı” siyaset çizgisinin, Millî Şef İnönü tarafından nasıl yozlaştırıldığını anlatmaya çalıştıysam da, nafile.

Hayatı düz bir “pozitivist” çizgide algılıyor, 1923’ün tarihte ciddi bir kopuş noktası oluşturduğunu iddia ediyordu.

O zaman dehşetle şunu fark ettim:

Bütün üstyapı kurumlarında olduğu gibi, halaskâran geleneğinde de süreç içinde ciddî bir “muhteva kayması” olmuş.

Gezi’de de gördük:

On dokuzuncu asır pozitivizmini geçer felsefe kabul eden, sığ, muhayyilesiz, “çağdaşlaşma” ihtiyacını inatla “yabancılaşmak”ta arayan, halkın değer tercihleriyle kavgalı olmayı ilerleme düşüncesinin olmazsa olmazı sayan çağdaş ilericiler hâlâ revaçta.