İnek deyip geçmeyin ama...

Hatırlarsınız. Bizim tevellütteki akranlarımız hatırlar en azından. ‘Komşu komşu hu’ diye başlayan bir tekerleme vardı. Oğlanın ‘Uganda’dan ne getirdiğini sorar, ananas yerine o zamanlar ‘incik boncuk’ cevabı alınırdı. Ağaca çıkan kara kediye kadar uzanan ‘hediyeleşme’ merasimi sırasıyla ağacı kesen baltanın suya düşmesi, suyu ineğin içmesi ve dağın yanıp biterek kül olmasıyla son bulurdu. 

Manidar bir olay. Nasıl bir hayal gücü ve kurgu bilinmez, ama bu ‘tekerleyiş’ bana sektörel anlamda ‘inekçiliğin’ hali pür melalini hatırlattı. Hazır Kurban Bayramı ve hac mevsimi yıllar sonra ‘ilk kez’ (!) bir araya gelmişken hem de!

İnovasyon, illa da ‘birinci sınıf’ sektörlerde, bilişim, iletişim, telekomünikasyonda olacak değil ya, tüm sektörlerde işe yarar olduğunu göstermek adına. Malum,Tarım Bakanlığı bünyesinde devlet desteği ile ülkemizde son yıllarda sayısız et ve süt işletmeleri açıldı. Mandıra filan işte. Benim kafama takılan, ‘ineğin suyu içip bitirirken, düşen baltaya ne oldu’ sorusu değil, bu işletmeleri açan işadamlarımızın konuya ‘gerçekten’ vakıf olup olmadıkları. Şöyle diyeyim, konuyla ilgili donanıma (bilimsel, profesyonel, artık ne olursa bu) sahip olup olmadıklarını anlamadan bu girişimcilere muhteşem bir destek verilmesi, en az yukarıdaki tekerlemedeki ‘varlık’ problem kadar manidar geliyor. ‘Madem destek var, ben de varım’ diyen işadamları konuya haşmetli bir şekilde ‘komşunun oğlu ne getirmiş’ dürtüsüyle ‘balıklama’ daldılar. Konu ‘et ve süt besiciliği’ ama balıklama dalmak ne ola ki demekten kendimi azat ederek görüyorum ki, kısa döngüler içerisinde alınan kararlar sonucunda, bu işe dalan işadamları, kendilerine destek veren kurum ve kuruluşlar tarafından iflasın eşiğine getirildiler. İnek suyu içip dağa kaçtı, dağ da yandı bitti ‘uf’ oldu.

İşin sebebi çok basit, yeni bir işletmenin başarılı olması için gereken süre en az ‘üç yıl’. Yani komşunun oğlu, gurbete gidip, incik boncukla dönmesi için böyle bir süreye muhtaç ki, kara kediye hediye getirecek kadar aklını kaybetmesin.

Sulandırmayalım konuyu, zira ineklerin ne yapacağı hiç belli olmaz. Bu süreç içinde çiftlikler, mandıralar nasıl oldu da, ne yapıldı da kapanma noktasına geldi. Komşu olarak merak ediyoruz. İki yıl önce patlama yapan çiftliklerde teşviklerle alınan ineklerin fiyatı tavan yaptı. İnekler morarmadı, olan çiftlik sahiplerine oldu. Yine aynı süre içinde yurt dışından yapılan et ithalatı (ölü/diri) sayesinde bu sefer hayvan fiyatları taban yaptı. Şimdi 10 TL’ye aldığınız bir ürünü, bir süre sonra 4 TL’ye satmak zorunda kalırsanız, bu işletmenin ‘iflas’ etmesinden başka ne yapmasını bekleyebilirsiniz ki? İnek deyip geçmeyelim, onun da bir karakteri var. 

Peki inovasyon ineğin neresinde?

Peki, inekçilik ne ister diye soracak olursanız, elbette inovasyon ister. Besicilik öyle kolay zanaat değil. Bu da bir sanat. Bizler, besiciliğe (et olsun, süt olsun) ve çiftliklerine değer veriyorsak, bu çiftliklere donanım getirecek know-how’u da organize etmeliyiz. Üretimle beraber inovasyonun ‘at başı’ gitmesi gerekiyor.

Atı kesmezseniz sevinirim. Örnek verelim, Urfa’ya destek veriyorsunuz diyelim, oradaki üniversite, resmi kurum ve kuruluşları bir araya getirip ‘entegre’ bir yapı organize etmek gerekiyor. Herkes ayrı telden çalmamalı. Buna bütün akvam-ı beşer, özellikle Avrupa kavimleri ‘TripleHelix Modeli’ diyor. Bu modelin ilk ayağı bilgi tabanlı bir toplum için akademinin bu sürece entegrasyonu, ikinci ayağı şirketlerin inovasyonu bir zorunluluk değil bir gereklilik olduğunu görmesi, yeniliklere açık olacak şekilde organizasyonel yapısını kurması... Diğer ayağı ise bu iki ayağın koordinasyonunu sağlayacak olan devlet.

Üniversiteler, şirketler ve devlet kurumları bu sorumluluğu ‘ortak payda’ halin getirmediği müddetçe ‘alerjik’ bir sistem kurulmuş olur. Öksürtür durur. Eğer tüm paydaşlar bu sorumluluğu üstlenirse o zaman ‘enerjik’ bir sistem oluşmuş olur. Demem o ki, bu üçlü bir araya gelip bir ‘ineğe’ girmeli. Yoksa, ‘besi bağlarında dolanırız da’ yitirdiğimiz çiftlikleri arar dururuz.