İnsaf!

Çok da duyarlısınız... Bir taraftan, “Gönlümüz kırıldı, incindik, üzüldük, Başbakan bizi bitirmek istiyor...” diye ağlayacaksınız, diğer taraftan “para ibadetten önce gelir, lidere bağlılık imanın şartıdır, bunların tümü hırsız, savcılar asrın pisliğini temizliyor, görün bakın daha neler olacak” diye ucuz “laikçi” ağzıyla konuşacaksınız.

Lidere bağlılık, öyle mi?

Sen önce mensubu bulunduğun otarşik yapıyı, kapalı devre ilişkiler düzenini sorgulasana...

Niçin farklı bir ses çıkmıyor aranızdan?

Niçin talimat almış gibi aynı cümlelerle, aynı argümanlarla konuşuyorsunuz?

Efendim, aslında Türkiye’nin dış politikasından kaygılıymışlar...

İsrail’le ilişkiler bozulmuş... Hiç hoş olmamış.

Başbakan Türkiye’yi AB’den koparmaya çalışıyormuş... Bütün dertleri buymuş. Mesele elbette dershane değilmiş.

Dün konuştuğum (fikrine, vicdanına güvendiğim) bir müntesip, aynen bunları söyledi: “Mesele Türkiye’nin dış politikası... Dershane değil...”

Daha önce bir Taraf gazetesi yazarı tarafından dile getirilmiş sözleri, kendince süsleyerek, eklemeler yaparak, “gönül kırıklıklarını” da ilave ederek tekrarladı.

Bu muydu?

Bütün mesele bu muydu?

O “topyekûn savaş” çığlıklarının, şantajların, kaset imalarının, “bak, dosya geliyor ha” tehditlerinin altında yatan neden bu muydu?

Benim bildiğim, dış politikanın nasıl oluşacağını, hangi ülkelerle ilişki kurulacağını siyasi iktidarlar belirler.

İsrail’le ilişkilerin bozulduğu vakıa... Bundan şekvacı olması gereken mebzul miktar yapı var... İsrail’le ilişkilerimizin bozulması bize “değer ve itibar kaybı” olarak dönmüşse, ilişkileri yoluna koyma hakkı öncelikle siyaset kurumuna aittir. Burada camiayı ilgilendiren bir durum yok...

Bu cümleden olarak, dış politikayı hükümetler yapar... Camia değil.

Eğitimde hangi adımların atılacağını hükümetler belirler... Camia değil.

Hangi güçlerle ittifak kurulacağına, ülkenin hangi “medeniyet dairesi” içinde yer alacağına, AB’ye girip girmeyeceğimize hükümetler karar verir... Camia değil.

İsrail’le ilişkilerimizin bozulması gerçekten de değer ve itibar kaybı olarak dönmüşse, İsrail’de değer vehmeden siyasi kadroları iktidara getirirsiniz, mesele hallolur.

İşte Mustafa Sarıgül...

İşte Kemal Kılıçdaroğlu...

Kemal Bey, her hacetinde İsrail’e koştu... “Van minüt” hadisesinde İsrail devletinin yanında saf tuttu. Mavi Marmara’da İsrail devletine mikrofonluk yaptı... Mebzul miktar İsrailli konuk ağırladı. Konuklarına ülkesini ve Başbakan Erdoğan’ı şikâyet etti. Amerika’da İsrail lobileriyle görüştü. Neredeyse temas ettiği her İsrailliye, “Bizi destekleyin” dedi, “Bizim iktidarımızda daha rahat edeceksiniz...”

Mesele buysa (yani İsrail’deki gönül kırıklığıysa), “AK Partililerin alışageldiği bir hayat tarzı var. Bizim böyle bir hayatımız yok. Daha azına da katlanabiliriz” sözlerini nasıl tevil edeceğiz?

Bu söz değerli akademiysen Ahmet Turan Alkan’a ait...

Konunun elbette İsrail’le alakası yok ama buradaki “Biz” ve “AK Partililer” vurgusu rahatsız etti beni. Alkan, “cepheleri” kurmuş, savaşa başlamış bile.

Demek ki AK Partililer, bir elleri yağda bir elleri balda, yolsuzluk ve rüşvetten gelen paralarla günlerini gün ediyorlar, karşılarında ise “daha azına katlanabilen” ve kendilerini “biz” olarak tanımlayan “nezih” bir topluluk var.

Bu akademisyene bir tek şey söylemek istiyorum:

İnsaf!