İran barışabilir mi?

İran ile ABD arasında bir barışın gerçekleşmesinin esas itibarıyla bu iki ülkeden ziyade bunların ve özellikle ABD’nin hassas ilişkiler içinde olduğu “üçüncü taraf”ların eğilimine bağlı olduğunu söylemiştik. Üçüncü taraflardan en önemlisi de Suudi Arabistan diye eklemiştik...

Suudiler Amerika’nın Ortadoğu’daki en iyi dostu, en yakın müttefiki. (İsrail’den sonra diyeceksiniz... Pek emin değilim.) İran ise en büyük baş ağrısı; Amerikan hegemonyasına en büyük tehdit. Ama aslında İran’ın ABD açısından tehdit oluşturması da Suudi rejimi için tehdit oluşturuyor olmasından kaynaklanıyor büyük ölçüde.

Suudi Arabistan’ın -ve tabii ki onunla birlikte bölgedeki kader ortakları olan Körfez emirliklerinin- İran konusunda hissettiği tedirginliğin birden fazla sebebi ve dolayısıyla birden fazla boyutu var:

İlk olarak İran’ın elindeki Şii kartından kaynaklanan bir tedirginlik söz konusu... İran 1979’daki İslam devriminin hemen ardından Şia jeopolitiğine dayanan bir bölge politikasına yönelmiş bulunuyor. Hem Suudi Arabistan’da hem de Katar, Bahreyn, Umman, Yemen gibi ülkelerde ciddiye alınması gereken bir Şii nüfus var. (Hatta Bahreyn’de çoğunluktalar.) İran’ın gerekli gördüğünde veya çok sıkıştığında bunları harekete geçirmesi işten değil diye düşünülüyor ve bundan korkuluyor. İran adı geçen ülkelerde düşük, ama Suriye ve Lübnan’da yüksek yoğunluklu şekilde elindeki Şii kartını kullanıyor zaten.

Suudi Arabistan ise öteden beri Sünni Arapların liderliğine heves ediyor. Yakın zamana kadar o koltukta Mısır oturmaktaydı. Nasyonal sosyalizme dayalı “pan-Arabizm” demek olan “Nasırizm”in etkisi ortadan kalktıktan sonra Suudiler özellikle Kral Faysal döneminden itibaren ciddi çabalar ve büyük paralar harcayarak o koltuğu ele geçirdiler.

İran ile Suudi Arabistan arasındaki rekabet büyük ölçüde aralarındaki benzerlikten kaynaklanıyor: Her ikisi de teokrasi. Her ikisi de kendi bloklarının lideri. Her ikisi de petrole dayalı bir ekonomik güce sahip.

İki de önemli fark var aralarında: Birinin Sünni, diğerinin Şii olması ve İran’ın 1979’da monarşinin yıkılmasından bu yana -pek demokratik olmasa da- cumhuriyet rejimine sahip olması. Cumhuriyet deyip geçmeyin; bu hususiyet de kraliyet aileleri açısından tedirginlik verici.

Suudi Arabistan’da egemen olan din anlayışı Şiileri İslam dairesi içinde görmeye en uzak olan İslam yorumu. Ne var ki iki ülke arasındaki çekişmenin mezhep farkından doğduğunu düşünmek saflık olur. Aslında İran’ın uluslararası politikasını Şii jeopolitiğine yaslamaya karar vermesinden ve devletin rejimini İslami bir teokrasiye dönüştürmesinden önce de iki ülke arasında ciddi bir rekabet vardı.

Her ikisinin de ABD’nin bölgedeki en yakın müttefiki olma yarışı içinde oldukları zamanlarda bile en başta Körfez’in kontrolü konusunda olmak üzere ciddi ihtilafların tarafıydılar. Körfez dediğim Basra Körfezi. Ama bizim Basra Körfezi dediğimiz yere İranlılar “Fars Körfezi”, Araplar ise “Arap Körfezi” demeyi tercih ediyorlar. Durum o kadar ciddi yani.

Toparlayacak olursak, Suudiler ve Körfezdeki minyatür müttefikleri aslında daha önce de rakip bir bölge gücü olarak gördükleri ama aynı kampta olduklarından fazla dert etmedikleri İran’ın 1979’dan beri Şii kartını oynayarak içlerini karıştırmasından ve devrim ihraç etmesinden korkuyorlar. İran’ın mevcut rejiminin çılgınlık yapmaya elverişli bir tabiatı olduğunu düşünüyorlar. Bu arada İran’ın nükleer silah üretebilme kapasitesi elde etmesi sanıldığının aksine İsrail’den ziyade Suudiler için tehdit oluşturuyor.

Amerika da -geniş Avrasya coğrafyasındaki çıkar mücadeleleri bağlamındaki çok ciddi stratejik tehditler dışında- burada hem müttefik ülkelerin rejimleri adına hem de Körfez’deki petrol akışının emniyeti adına İran’ı tehdit olarak görüyor.

Şimdi ABD ile İran arasında bir “büyük uzlaşma”nın gerçekleşmesi için çok fazla parametrenin değişmesi ve bu değişimlerin Amerikan müttefiklerini de tatmin etmesi gerekiyor. Böyle bir şey ancak İran’ın bütün iddialarından vazgeçmesi halinde mümkün olabilir. Bu da o kadar kolay bir şey değil.