İran’a nasıl bakmamalı

Önümüzdeki yıllarda, bugünlerin tarihini yazacak biri için Türkiye çok ilgi çekici bir ülke olabilir. Yanı başındaki sınır komşusu, belki de gelecek elli yılı etkileyecek bir anlaşmaya imza atarken, kendi içinde hükümet kriziyle boğuşan bir ülke neden dikkat çekmesin ki!

İran’ın uluslararası sistemle barışması olarak özetlenen anlaşmanın, dolaylı değil doğrudan etkileyeceği ülkeler sıralamasında ilk sıra kesinlikle bize ait. İran ne zaman uluslararası sistemle kavgalı oldu da şimdi entegre oluyor sorusunu abartılı bulmakla birlikte; bu ülkenin tarihine, dinamiklerine, kriz yönetme yöntemlerine, hepsinden önemlisi bunları sürekli besleyen ve yenileyen entelektüel birikimine bakınca daha farklı bir yerden bakmayı öneriyorum.

1979 Devrimi, kim ne derse desin, sisteme karşı bir hareketti ve bu durumu farklı dinamiklerin etkisi üzerinden okuyarak bir şekilde sisteme bağlama gayretinde olanlara da hiç katılmadım bugüne kadar. Devrimi yöneten kadronun, yola devam ederken dünyadaki bazı dengeleri dikkate alması ve bunları yönetmesiyle; bizzat bu güçler tarafından organize edilmesi kesinlikle apayrı tezler. O nedenle İran Devrimi’nin önemli ölçüde bağımsız bir hareket olduğunu düşünenlerdenim.

Bu noktanın altını çizdikten sonra, İran’ın 1979’dan itibaren yoluna nasıl devam ettiğine daha dikkatle ve bazı ayrıntıları genelleştirmeden bakmak gerekiyor. Kuşkusuz sistemin gözbebeği bir ülkenin, devrimin hemen ardından bu ilişkilerden sıyrılması, kendi yolunu çizmesi sanıldığından çok daha zordu. Ayrıca İran Şahı ve etrafındaki kadro tasfiye edilse, hatta önemli sayıda okur yazar ülke dışına gitse de, İran’ın bunların toplamından çok daha fazla bir geçmişe, birikime ve ağırlığa sahip olduğunu unutmayalım. İşte zaten İran’ı yönetimdeki köklü değişime rağmen ayakta tutan geleneği ve dinamikleri de burada aramak gerekiyor.

Devrim sonrası İran’ın nihayetinde ABD ile masada el sıkışıp dünyaya gülücükler dağıtan aşamaya nasıl geldiğini anlatmak niyetinde değilim. Böyle devasa bir tartışmayı birkaç yazıya sığdırmak da mümkün değil zaten. Dikkat çekmek istediğim asıl nokta, basit bir karşılaştırmayla, kendisine dayatılan sorunlar hanesinde kocaman başlıklar olan bir ülkenin, böyle bir kuşatmayı nasıl yarıp çıktığı ve bugün dünyanın en fazla dikkat çeken ülkesi konumuna geldiği.

Aynı soruyu, yine kendisine dayatılan sorunlarla başa çıkmaya çalışırken, sık sık geçmişin hatalarını ve onları üreten kalıpları tekrarlayan bir ülke, yani Türkiye üzerinden de sormak mümkün. Alacağımız cevap pek parlak olmasa gerek.

Evet, devrim sonrasında Tahran yalnızdı. Dünyayla ciddi bir kavgaya tutuşmuştu. Ama bu kavgadan, kendisine yeni ve güçlü ittifaklar elde ederek ve bir zamanlar kendisini dünyanın en büyük tehdidi olarak görenleri masaya oturtarak çıkmayı başardı.

Burada bakmamız gereken, sadece bölgesel ve küresel dengelerin alt üst oluşu, birilerinin Sünni-Şii eksenindeki çatışmayı körüklemesi değil sadece. Bunların hepsi doğru. Ancak asıl merak etmemiz gereken, Tahran’daki siyasi aklın, nasıl bir tecrübeyi ve hangi dinamikleri arkasına alarak böyle bir çıkışı yakaladığı.

Felsefenin lüzumsuz bir meşgale olarak görüldüğü, edebiyatın itip kakıldığı bir ülkeden bakınca bu öyküyü anlamak hem kolay, hem zor. İslam dünyasının kupkuru bir fıkıh ezberinin ötesine geçemediği bir dönemde İran’ın neden böyle öne çıktığını, manevra alanı bulduğunu, sadece karanlık güçlere, uluslararası sistemin arayışlarına fatura edersek kendimizi kandırmış oluruz.

Gerçek orada. Felsefede, sanatta, edebiyatta ve daha pek çok başlık altında siyasi aklı besleyen kanalların canlı olmasında.