İslamcılık tartışmasında siyaset ve diplomasi

1- İslamcılık tartışmaları çerçevesinde devam eden münazaralar basit dönemsel polemikler değil.

Alt başlıklardan birini ve belki de en önemlisini AK Parti ve siyasi deneyim üzerinden edindiğimiz tecrübeler oluşturuyor. Zira iktidarda oluş ve siyasetin diğer tüm sosyal alanları domine edecek kurgusal gücü bağlamında yolumuz ister istemez AK Parti’den ve iktidar olmanın içsel muhasebesinden geçiyor. Gücün adaletle kullanılmasıyla ilgili hayati bir değeri var İslamcılık düşünsel galerisinde... Daha açık söylemek gerekirse apolitik kalmayı tercih etmiş entelektüeller de en az AK Partili yöneticiler kadar istemiyor aslında İslamcılık tartışmasına dahil etmeyi AK Parti’yi. Bunun kırıcı, imha edici bir süreçten çok tahammül ve vicdanla aşılması gereken ihya edici bir sürece evrilmesini dileriz, bu imkan halen vardır.    

2- İslamcılık tartışmalarının alt başlıklarından bir diğeriyse, Suriye krizi bağlamında gün yüzüne çıkan İran reelpolitiki ile ilgili. 79’dan sonra ülkemizde yetişmiş nesil için bugünküne nazaran daha sınır ötesi kodlar barizdi; antiemperyal, antikapital, mezhepler ve meşrepler üstü, tevhidçi, ümmetçi, aksiyoner, evrensel çizgi hakimdi okuma ve retorik disiplinine. Ama Suriye tecrübesi ciddi bir İran kırgınlığına yol açtı. İran diplomasisine sanırım hazırlıklı değildik.

Siyaset ve diplomasinin dışında sivil olarak akan daha entelektüel/irfani bir hat var. Sanırım İslamcıları her daim amatör ve gönüllü tutan sır, onların kendilerini tam olarak politikaya ve diplomasiye teslim edemeyişleriyle de alakalıdır. Söz gelimi Dr. Ali Şeriati’nin duruşu... O, bir eşik isimdir. Onu tam olarak bir ülkeye, bir topluma, bir mezhebe aitleştiremezsiniz, çünkü o kendisidir, yersizdir yurtsuzdur, muhacirdir, tek başınadır...      

Geçen gün Dr. Ali Şeriati’nin kendi sesinden bir dua kaydı dinledim. http://www.youtube.com/watch?v=8RXohLFXcz4 Evvelce sesini hiç duymamıştım, çok heyecanlandım.

***

Ali Şeriati’nin ruhu harekete davet eden haykırışı belki İran’dan çok ülkemizde ve özellikle benim kuşağımdaki gençlik hareketlerinde makes bulmuştur. Şiirli diliyle, tercümeleri aşan bir feryattı. Bizler onu Şii bir düşünür olarak okumadık, kanayan yaraydı. Onun nefeslerini onuruna çok düşkün bir mü’min olarak işitirdik. Arkadaşımız, öğretmenimiz gibiydi Şeriati. İran’da yeterince tanınmadığına makbul bulunmadığınaysa hep hayret etmişimdir. O, yersiz yurtsuz, ülkesiz bir bilgeydi. Onun ülkesi Hz. Fatıma’ydı, Ebuzer’di. Zaten Hz. Zeynep’in ayak uçlarında yatıyor. Şeriati’nin sesinden duayı, sosyal medyada paylaşınca, yer yerinden oynadı. Sevenleri pek çok. Bazı tenkitler de almadım değil. Bu tenkitlerin bir kısmına katılıyorum özellikle sevilen bir Hocaefendinin Şeriati’yi destekleyişim konusunda, hakkımdaki eksikliklerden yola çıkışına ben de üzgünüm, inşallah düzelirim. Lakin Şeriati’nin mezkur duasında “mezheplerimize vahdet’i bağışla Ya Rabbi” nidasına dikkatlerinizi çekmek istedim.  

Din ve siyasetin arasındaki ilişkilerin zaman zaman karmaşık ve içiçe oluşu, bizleri kompleks tutuculuklara götürebiliyor. İnsan psikolojisine has bu girift hal bile, sekülerizm dediğimiz şeyin insan ruhunda hasarsız inşa edilemeyeceğini gösteriyor aslında. Sözgelimi Din’in muhatabı “müslim” iken bunu yeterince siyasi bulmadığımız için olsa gerek, gelenek ve statüko içinde epeyce uyuştuğunu düşündüğümüzden, “islamcı” şeklinde bir vurguya ihtiyaç duyuşumuzda olduğu gibi. Son İslamcılık tartışmaları, aslında din ve siyaset ilişkisini tartıştığımız bir saha. Sekter hoyratlıkla “tamam müslüman ama islamcı değil”e kadar giden bir yalnızlaştırmanın kime ne faydası var? Bunun bir benzerini mezhepler konusunda da yaşıyoruz, Kelime-i Şehadet ne Sünnilere yetiyor ne de Şiilere...

Allahtan Allah var, Kur’anı Kerim var...

Davetiyeniz olmasa da sizi geri çevirmeyecek bir Kapı var.

Çok şükür...