Muş Alparslan Üniversitesi’nin 2012 yılında gerçekleştirdiği “Medrese Geleneği ve Modernleşme Sürecinde Medreseler” sempozyumunun kitaplaşmış halini yollamış Rektör Prof. Nihat İnanç. Kendilerine teşekkür ederim. Yerli ve uluslararası katılımcılarla gerçekleşmiş bu mühim sempozyum aslında çok değerli bir kültürel özeleştiri mahiyetinde de okunabilir. 2000 sayfaya yakın 2 ciltlik müzakereler, her ne kadar İslam düşüncesi ve eğitim müfredatı üzerinden işlese de sempozyuma eşlik eden soru; “niçin kaybettik, niçin geri kaldık”...
Prof. Hüseyin Atay Beyefendi’nin din ve din kültürü ayrımı üzerinden ortaya koyduğu eleştirel tarih bakışla açılıyor kitap. İslama dair bilgi evrelerini, 1- Kur’anın İslamı, 2- Ulemanın (bilginlerin) İslamı, 3- Avamın İslamı süreçleri üzerinden açıklıyor Prof. Atay. Hz. Peygamber’le daim olan ilk evre 610-632 yıllarındaydı, kaynak akıl ve Kur’andı diyor. 632’den 861’e kadarki dönemiyse bilginlerin evresi olarak; akıl, Kur’an ve Hz. Peygamberin uygulamaları üzerinden betimliyor. 861’den sonraysa akılcıların tekfir edilip, lafızcıların dönemibaşladı diyor. Hadisçiler, tasavvufçular, mukallit fakihler ve kelamcılarla süren bu tarihi mecrada hepsi de “rivayet” merkezli hareket ettikleri için “Avamın İslamı” adı altında şemalanıyor Prof. Atay’ın düşünce tarihi atlasında...
Atay’ın, “Avam’ın İslamı” dediği süreç, yani 861’den halen günümüze kadar devam eden uzun yüzyıllar, sadece bilimsel anlamda durağanlığı yaşadığımız zamanlar değil, aynı zamanda siyaseten çöküşün, ekonomik yıkımların, gerileyişin ve parçalanışın da hazin müktesebatı...
Peki Prof. Atay’ın ilmi cesaretiyle ortaya koyduğu bu özeleştirel yaklaşımda, peyderpey “akıl”dan kopuşu yaşamamış olsaydık İslam toplumları olarak... Üzerimize karabasanlar gibi çöken gerileyiş, dağılış hatta çöküş sonuçlarından kurtulabilir miydik?
Atay’ın bahsettiği gerileyiş, düşünce dünyamızdaki inkırazı esas alıyor kuşkusuz. Ama bir de krizin yaslandığı sosyolojik sebepler var. 1914 yılında Mustafa Hayri Ürgüplü Şeyhülislam olduğunda Darül Hilafetil Aliye medreselerini kurmuş ki müfredatında bugünkü İlahiyatların bile faydalanacağı programlar varmış Prof. Atay’ın ifadesiyle. Lakin 1. Dünya Savaşı’nın ağır koşullarnda yeterli öğrenci bile bulamamış bu son medrese atılımı... Ardından 1924’te medreselerin kapatılması, 1927’de İmam Hatip Okullarının kalkması, sair okullarda dahi din derslerinin iptali geliyor. 1950’ye kadar din öğretimi, okullarda, sokaklarda, evlerde dahi yasaklanmış.Tabi tüm yasaklamalar, red ve imha süreçlerinde elde kalansa, 17. ve 18. asrın kitap ve metodlarıydı diyor Prof. Atay...
Ki, bu bahsettiğimiz Türkiye coğrafyasındaki siyasi kültürel krizle ilgilidir. Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Uzak Asya’da yaşananlarsa çok daha vahimdir. Batı’dan tüm dünyaya ama özellikle İslam coğrafyalarına yönelik olarak süren, sömürgeci, yağmacı işgaller, kapitalist hegemonya, ırkçılık, sanayi devriminin kendini nükleer atılımla egale etmesi ve son dönemeçte yaşadığımız internet üzerinden tedavüle giren küresel bilgi hakimiyeti de düşünüldüğünde... Bilgiye, akla ve felsefeye dair durağanlığımızda, tek özür, kendi saplantılarımız ve tembelliklerimiz olmasa gerek...
Prof. Hüseyin Atay’ın “yeniden akla davet” olarak okunabilecek özeleştirisine hak vermekle birlikte, gerçekleştirdiği “akıl” vurgusunun, herhalde “ratio”dan ibaret olmadığını zannediyorum. Yeniden akla dönsek; ikinci bir Sahn-ı Seman dönemini, ikinci bir Endülüs’ü yeniden yakalarız hamaseti veya İslama dair kompleksli bir “Rönesans” özlemi olduğunu da sanmıyorum bu “akıl” vurgusunun...
Zira söz “özeleştiri”den açılmışken, sadece İslam toplumları değil, Batı düşüncesi de ciddi bir özeleştiri, hatta mağlubiyet tartışması içindedir, bu kadar çok hatta salt “akıl”dan gittiği halde... Aklın, dünyayı getirdiği kıyamet arefesinde “galip”lerin de övüneceği pek bir şey yok.
Paradigmal tartışmayı, “kazanma/kaybetme” ikileminden çıkartmak gerek belki de.