İslami kesim niçin herşeyi devletten bekler oldu?

Kopuk, parçalanmış bir bebek kafasının huzurunda, ‘’medeniyet tasavvuru’’ndan, ‘’gelecek’’ten bahsetmek... Özeleştiri, yeni soru, farklı bakış serdetmek... Ne kadar mümkün?İşte bizim an itibariyle maruz kaldığımız işkence...

Bir yanda sadece 15 gün evvel Gazze’de dünyaya gelmiş bir bebek. Diğer yanda: Ateşkes ilan ettikten sadece iki saat sonra, o bebeğin doğduğu sokağı ve evi bombardımanla yerle bir etmiş İsrail... Bebeğin hayatta sağ olarak kalmış bir tek yakını yok. Haberlere düşen görüntüsünde bir körük gibi inip kalkan göğsü, başından akan kan ve küçücük vücudundan çıkan o inanılmaz çığlık! Sadece 15 günlük bir insan... Kaç kere daha nefes alıp verecek belli değil.

Cinayeti hayat tarzı olarak gören, katliamı meşru sayan, apaçık zulmü dini ve milli duruş olarak onayan, bozgunculuğu ve kan dökücülüğü normalleştiren bir psikopatlıkla karşıkarşıyayız... Dünya, İsrail’in çılgınlığına maruz, sus pus ve seyirci... Paramparça bebekler, elleri ayakları kopmuş anneler, patlatılmış nineler, tarumar edilmiş hastaneler, okullar... Yakılmış zeytin ağaçları, elma, nar bostanları,sokağa çıkma yasağını deldiği için ateş edilerek vurulmuş kediler, köpekler, enkaz altında kalmış katırlar...

Bu şartlar altında konuşmak, dünya barışını, İslamın medeniyet tasavvurunu! İslamcılığın sertliğini yumuşaklığını! Bu şartlar altında tedrisat, ne kadar mümkün...

***

Müfid Yüksel ve Ayşe Böhürler’in özeleştirel olduğu kadar dünyanın geleceğiyle de ilgili olması açısından önemli yazılarını okuyoruz. Özeleştirel dedim, zira her iki yazar da İslami hareketin içinden gelen kişiler. Eylemcilliğin, samimi de olsa doğası gereği yüzeydeki hareketlilikte asılı kalışıyla malul olmayan yazarlar. Hareketliliğin daha altındaki düşünce-bilinç akışını, ‘’içeriden’’ ve temkinle müzakere etme konusunda hem sabırlı hem cesurlar...

Müfid Yüksel, Suriye krizine hazırlıksız yakalandığımızı, Suriye diasporasıyla bölgeye sonradan intikal eden kontrol dışı selefi güçlerin arasında sıkıştığımızı söylüyor. Giderek aktüelleşen ve şiddetini arttırabilecek ve arttırdığı oranda da İslam ülkelerini belirleme kaygısını taşıyanlara açık kart sunacak bir mezhep kavgasını haber veriyor. Bunu, bir muhalif parti veya kendi içine kapalı bir cemaat insiyakıyla da değil, bölgeyi gayet iyi bilen ve islami hareketlerin içinden geçen bir düşünce adamı olarak söylemeye çalışıyor... Söylemeye çalışıyor dedim, çünkü Suriye konusunda o kadar acılı ve kederliyiz ki, hiç birimizin değişik bir şeyleri dinlemeye tahammülümüz yok gibi. Sadece Türkiye’deki Caferilerin bizlerden hızla koparak İran’a adeta yapışmaları vakıasında bile hangi hazırlığımız var?

Ayşe Böhürler, Ortadoğu ve Asya’daki başarılı gazetecilik deneyimiyle, ‘’sert İslamcı dalgaya hazır mıyız’’ diye soruyor. Bir yanda kundaktaki bebeklere kadar Filistin’i kana bulamaya azmetmiş İsrail terörü... Diğer yanda uzun yıllardır halkını sömürerek diktalaşmış kukla rejimler... Veya Mısır, Tunus, Cezayir örneklerinde olduğu gibi, katı laik vesayetler aracılığıyla cezalandırıla cezalandırıla bugünlere gelmiş kuşaklar... Hangi şartlar altında ‘’sert’’ olmayacaklar... Buna bir de ABD ve İngiltere gibi uzun vadeli stratejiler eşliğinde yetiştirilmiş/desteklenmiş/teçhiz edilmiş kontrol dışı şiddet örgütlerini de eklediğinizde... Neye ne kadar hazırız...

Herşeyi devletten bekleyen bir uyuşukluk içinde İslami kesim maalesef. Tamam Tika var, Yunus Emre merkezleri var, Seta var, sağlam iradeli bir hükümet var... Ama düşünsel hazırlık mahiyetinde sivil tartışma ve müzakere hızımız 90’ların çok gerisinde maalesef.

***

Tüm bu ateş çemberi içinde Türkiye’nin ne kadar önemli bir zemin olduğu ortada. Çünkü başımıza varil bombaları yağmıyor ve tıknefes olduğunu ne kadar eleştirirsek eleştirelim demokratik sistem sayesinde diktatörlere mahkum da değiliz. Ve çok şükür ki şiddet sarmalında mezhep meşrep kavgasına düşmüş bir toplum da değiliz... Öyleyse geleceğe ilişkin düşünce üretmeye dair, en avantajlı toplumuz diğerleri arasında.

Bu aşamada; geçen yazımda da zikrettiğim ‘’Türkiye’yi Belirleme’’ adına verilen mücadele çok önemli ve hepimizden basiret bekliyor... Tayyip Erdoğan’a ve Hükümete muhalefet bağlamında oluşturulan dilin, Uluslar arası lobiler ve medyalarda ‘’İslamcılık Nefreti’’ üzerinden işaretlenirken, kimi kez İran yanlısı kimi kez Selefi olarak suçlanarak takdim edilmesi, açık bir basiretsizlik örneğidir. Bir siyasi hareketi, aynı anda hem Şia hem de Selefi olarak sunanlar, bunun anlamsızlığını farkında değiller mi? 

Erdoğan’ın siyasi düşünsel özgeçmişini birazcık araştırmış kişiler bile gerek Milli Görüş döneminde gerekse AkParti döneminde devlet karşıtı radikal Selefi söylemin de, Şia düşüncesinin de bu yol haritasında asla yer almamış olduğunu bilirler... Peki israrla negatif anlamda ‘’Türkiye Belirlemesi’’ yapanlar, bu basit gerçeği bilmiyorlar mı?

Türkiye aleyhine yerleştirilmek istenen bu fotoğrafın, nerdeyse tüm katılım, özeleştiri, müzakere, fikir izhar etme, kültürel hazırlık imkanlarını, zehirleyip tükettiğini de mi farkında değiller... İslami kesim niçin herşeyi devletten bekler oldu diye yakınıyoruz...

Öte yandan... Bir tane Türkiye var elimizde. Onu da ‘’yolda bulmadık’’ demişti Alatlı. Bu haklı endişenin yanında yeni bir şeyler sormaya, düşünmeye gücü takati kalmıyor insanın...