İstanbul Sözleşmesi neyin kökünü kazıyacak?

Geçen akşam Av.Kezban Hatemi hanımın televizyon oturumunda söyledikleri beni cidden şaşırttı. Kezban Hanım meslekte duayenimiz olduğu kadar anaç tavrıyla da öne çıkar. Çocuklarım çok ufakken, onları yetiştirirken iki şeye çok dikkat etmem gerektiğini defaatle salık vermiştir; uyuşturucu bağımlılığı ve eşcinsel sapmaya karşı bilinçli bir anne olmak... Bu ayrıntı kalbimde kalsın. Programda yere göğe sığdıramayıp övgülerle anlattığı ‘’grevio’’, yani İstanbul Sözleşmesi’nin toplumsal katmanlarda uygulanıp uygulanmadığını takip eden mekanizma hakkındaki tutukulu anlatımı, beni hayrete düşürdü. Grevio; izleme, raporlama ve yönlendirme amaçlarını güdüyor. Bir tür ‘’duyun-i umumiye’’ gibi. Dün Osmanlı’nın ekonomisini, borç yapılandırmasını tanzim edenler, 100 yıl sonra Türkiye’nin aile yapısına şekil ve nizam vermeye kalkıyor.

İstanbul Sözleşmesi deyince niçin hemen eşcinsellik konusunu açıyorsunuz diyenler, Bakanlığın sayfalarında da açık duran Grevio Raporlarına göz atsınlar. Türkiye’deki LGBT bireylerin hakları, Türkiye’deki lezbiyen kadınların hakları, Türkiye’de kesişimsel baskı gören Kürt kadınlarının hakları gibi gayet ayrıntılı bir şekilde düzenlenmiş hedefler var. Türkiye’de kadın hakları deyince ilk akıllarına gelen şeyin lezbiyenler oluşu dikkate şayan!

***

İslam Hukuku Hocamız Prof.Hüseyin Hatemi, dünyadaki yaratılışa dair dengeye, ahenge çok değer verir ve fıtrata uygunluğu, hukuk kaideleri çerçevesinde ‘’doğal hukuk öğretisi’’ olarak takdim ederdi. Oysa, sanayileşmeyle kapısı ardına kadar açılan modernizm bize her şeye el atabileceğimizi, her şeyi yeniden tanımlayabileceğimizi öğretti. İnsan her şeyi bozup yeniden şekil verebilirdi. Kimya ile yeryüzünü değiştirmek, biyoloji ile insan, hayvan ve ziraat ırklarını değiştirmek, atmosferde koca deliklere sebep olsa da zehirli gaz salımına yol açan fabrikalaşmayı zirveye taşımak, estetik cerrahi ile bedeni yeniden şekillendirmek, iklim dengesini bozmak gibi tüm ahenksizlikler, işte günümüz insanının fıtrattan uzaklaşarak kurguladığı yenilikler, hasılı kelam; ‘’bozgunculuk’’lar...

Jean Baudrillard, şeffaflaşan kötülüğü anlatırken, ‘’Batı'yı var eden temel kavramlardan olan gelişme, ilerleme ve kendini koruma ilkesinin, her yerde, yok oluşun ve ölme halinin sürekliliğine dönüştüğünü’’ dile getirir. ‘’1960'ların “cinsel devrim”i, cinsel özgürlüğe değil; travestiliğin hükümranlığına, kadın ve erkek kategorilerinin birbirine karışmasına yol açmıştır. “Sanatta devrim” ile iyi ve kötü gibi estetik düzeye dair kategoriler terk edilerek “kötünün de kötüsü” türünden trans-estetik kopyalar hayatlarımızı doldurmuştur. Sibernetik devrim, makine ile insan arasındaki ayrımı makine lehine ortadan kaldırmıştır... Sömürgecilikten bu yana, farklı olanı ve “öteki”ni yok etmiş olan Batı, artık “aynı”nın aynasında, kendi kendinden üreyen ve türeyen cinsiyet ve zihniyetleriyle birbirinin kopyası olan bireylerin dünyasıdır.’’

Oysa insan, eşref-i mahlukattır, yaratılmışların en şereflisi. Onu incitmemek ve saygı duymak, hürmet etmek esastır. Keza bize rehber olarak gönderilen peygamberler bizleri iyiliğe, doğruluğa, güzelliğe çağırmışlardı ki bu kaderden mülhem olarak, ‘’hz.insan’’ olabilmek, aklı başındaki her kişinin nihai hedefidir. Felsefe hocamız Prof.Vecdi Aral, doğayla uyumlu, fıtratla savaşmayan bu bilge insana ‘’homo universalis’’ (kemale ermiş insan) derdi. Cinsler arası rekabete ve kadının üstünlüğüne dayalı günümüz diliyle kıyaslamaya elbette imkan yok

Fıtrata uygunluk veya doğal hukuk teorisi dediğimizde insanların dünyaya gelişleri, umutlu bir başlangıçtır ve kimimiz dişi kimimiz erkek olarak teşrif ederiz dünyaya. Bu bir mit midir, yani insanların bir kısmının erkek bir kısmının kadın olarak dünyaya gelişi, bizim uydurduğumuz bir klişe, ön yargı, efsane, safsata mıdır, İstanbul Sözleşmesi 12.md’ye göre;‘’kökü kazınması gereken’’ bir kültürel kabul müdür? Bugün bize dayatılan: Cinsiyeti reddedetmektir. Unisex kimlikler, trans bireyler, trans evlilikler ve transların evlat edinmesi gibi durumlar, sanki doğumla gelen biyolojik cinsiyet olgusunun yerine ikame ediliyor. Cinsiyeti reddeden, onu bozuma uğratıp yeniden kendi bildiğince inşa etmey çalışan insan, aslında hilkati kabul etmediğini farkında mı?

İstanbul Sözleşmesi’nin Meclis tutanaklarında ‘’cinsel tercih’’ ibaresi ile yer alırken, nasıl olup da Resmi Gazete’de ‘’cinsel yönelim’’e dönüştüğü de ayrı garabet. Cinsel kimliği şehvet üzerinden ve partneri kimse ona göre belirleyen bu tanımı nasıl olur da nesilleri ve aileyi, kadın ve çocuğu koruyan bir sözleşme olarak takdim ederiz?