İstanbul’da bayram yalnızlığı

İstanbul başını almış gitmiş; dal budak salmış dört bir yana. İnsanlar, akraba da olsalar kırk yıllık dost da, yalnızlık denizinin ortasında küçük adalar olarak yaşamlarını sürdürüyorlar. Bu minik adalar arasında bağlar yıllar geçtikçe daha bir zayıflıyor; akraba ya da dost ziyaretleri geçmişin anılarında pineklerken, twitter, SMS, Facebook ya de e-postayla hal hatır soruluyor özlemler dile getiriliyor...

Bayramlarda da teknolojinin sunduğu hizmetlere sarılıyor insan, bilmem kaç saat İstanbul’un trafiğiyle boğuşmaktansa. Düşünsenize eviniz Şişli’de anneniz babanızsa Bostancı’da oturuyor. Sabah kaçta çıkıp da ananızın babanızın eline davranacaksınız, “Bayramınız hayırlı, huzurlu olsun...” diyeceksiniz. Gün aydınlanmadan mı? Peki yola çıktınız.  Yanınızda eşiniz, yüzü asık az biraz, çünkü size “Gel bu bayramda annemlere Mersin’e gidelim” demiş sizse bin dereden su getirerek olamaza yatmışınız:

“Gidelim gitmesine de dört kişiyiz... Keşke daha önce söyleseydin uçak bileti alırdım...”

“Ne demek daha önce söyleseydin! Ta geçen Ramazan Bayramında söyledim ya. Kurban’da annemlere gitmek istiyorum diye...”

“O-hoo.. Laf mı seninki! O bayramdan bu bayrama iki ay on gün geçti! Akılda mı kalır senin Mersin’e gitmek istediğin!”

“Peki ne zaman söyleyecektim?”

“Ne bileyim canım! Mesela on beş gün önce filan...”

Ve hanım yüzünü asar, mırıldana mırıldana gelir yanınızdaki koltuğa oturur. Oğlanla kız da arka koltuğa geçer. Daha beş dakika gitmiş gitmemişiniz arka koltukta itiş kakış başlar. Kız cıyaklar, oğlan “Valla ben bir şey yapmadım!” diye savunmaya geçer; kız “Çimdikliyor anneeee! Kızdan beter bu!” der oğlan bozulur: “Kız sensin salak!” Hanım size öfkesinden hiç sesini çıkarmaz. Amaç sizi, az da olsa zıvanadan çıkarmaktır. Bağrışmaların arasında bir bakarsınız ki, tansiyonunuz çıkmaya başlamış, elleriniz pençe olup direksiyonun etrafında kilitlenmiş. Kendinizi tutamaz, babanızın deyimler sözlüğüne bir bakar, kükrersiniz:

“Kesin gürültüyü yoksa tokat geliyor ha!!”

Böyle işte... Bir yanınızda öfkeli sessizlik, arkanızda homurtular köprü kuyruğunu görürsünüz bir anda.

“Sabahın bu saatinde bile şu köprünün hali ne böyle!”dersiniz milyonlarca İstanbullunun her gün dediği gibi. Ne var ki, öfkeden de ses gelmez homurdananlardan da. Böylece, bir başınıza olduğunuzu anlarsınız kalabalığın orta yerinde; yanınızda aileniz de olsa.

“Yahu bu kuyrukla biz iki saatte karşıya geçsek iyi.”

Sessizlik.

“Tabi bunun bir de dönüşü var. Acaba...”

“Yoo.. Baştan söyleyeyim. Annenlerde kalamayız. Yarın Nurten’lerle Nihal’ler gelecek. Akşam yemeğine de bizdeler. Kardeşimle karısı da uğrar mutlaka... Sabahın köründe kalkıp yemek hazırlayacağım... Onun için annelerde kalmak malmak yok!”

Çaresizlik içinde bir trafiğe bakarsınız bir de eşinizin öfkeden çizgi olmuş dudaklarına. İç geçirirsiniz. Yapacak bir şey yoktur:

“İyisi mi biz eve dönelim...”

“Anneannemle dedem ne olacak?”

“Umurunuzdaydı anneannenizle dedeniz! Deminden beri itişip duracağınıza gıkınızı çıkarmasaydınız...”

Ne olacaktı? Trafik mi kaybolacaktı yoksa eşinizin öfkesi mi?

“Valla en doğrusunu yapıyoruz. Bayramın birinci günü sokağa çıkmak delilik zaten hayatım.  Eve gidince annenleri ararız. İstersen bir de e-posta atarsın babana...”

Eşinizin öfkesi geçmiştir. Amaca ulaşmıştır. Kendi annesiyle babasına gidilmiyorsa sizin annenizle babanıza de gidilmeyecektir.

Yan sokağa sapar, evin yolunu tutarsınız. Bilgisayardan, “Bayramınız mübarek olsun” diye yazıp bir e-posta atarak, öğleye doğru da bir telefon sallayarak bu işi geçiştirecek olmak sizi de rahatlatmıştır...

Bayramınız Mübarek Olsun Efendim...