İstenmeden verilmiş doğru karar

1 Mart tezkeresinin TBMM tarafından reddi 13 yıl sonra bir kez daha gündeme geldi. Cumhurbaşkanı Erdoğan Türkiye topraklarına asker konuşlanmasını ve sınırlı bir Kuzey Irak operasyonuna katılmasını mümkün kılacak, aynı zamanda da mali yardım almasını sağlayacak bu tezkerenin geçirilmemesinin hata olduğunu söyledi. Güney Amerika ziyaretinden dönerken Türkiye Irak’ta olmuş olsaydı Irak’ın durumunun farklı olacağını vurguladı.

Bazıları bu açıklamayı iç siyasi dengeler açısından okudu, o zamanlar kimin tezkereye karşı olduğunu bulmaya çalıştı. Ben Cumhurbaşkanı’nın 1 Mart tezkeresi referansını Suriye bağlamında değerlendirdim ve doğrusu korktum. Ama neyse ki ortada ne yeni bir tezkere, ne de Türkiye üstünden Suriye’de operasyon yapmak isteyen bir Amerika mevcut. Üstelik zemin bizim gibi bir ülkenin orada operasyon yapmasına, askeri müdahalede bulunmasına hiç müsait değil.

Çünkü Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri ile birlikte ya da başka bir güçle Suriye’ye girmemiz çok zor. Amerika ve Avrupa’daki müttefiklerimiz Suriye yüzünden Rusya ile bir dünya savaşını göze almayacakları ve almamaları da gerektiği için, yıllardır benimsediğimiz itidali elden bırakmamamızda, sanki maceraya atılacakmış izlenimi vermememizde büyük yarar var. Türkiye’nin bundan sonra Suriye’de yapabileceği en iyi şey insani yardım, onu da zaten layığıyla yapmakta.

Ayrıca dünyada fazla dostumuzun kalmadığını da unutmamamız gerekiyor. Amerika tüm uyarılarımıza rağmen PYD’nin yanında saf tutmaya devam ediyor, kendince geçerli olan nedenlerini bizim de kabul etmemizi bekliyor. Rusya ile aramız 24 Kasım’dan bu yana zaten kötü. İran ile jeopolitik rekabet halindeyiz. AB mülteciler nedeniyle göz kırpmaya başladı ama duygusal yakınlaşmamızın ne kadar süreceği meçhul.

Bu ve benzeri nedenler yüzünden sorunların değil eskiden olduğu gibi çözümlerin parçası olmalıyız. Dünya siyasetinde sorun olarak algılanmamalıyız. Münih’te hafta içi varılan mutabakatı desteklemeli, elimizdeki tüm imkanlarla Suriye’de ateşkesin sağlanması, Cenevre’de müzakerelerin yeniden başlaması için çalışmalıyız. Ne de olsa ancak çözümle veya çözüm süreciyle çıkarlarımızı korumamız mümkün.

Daha önce de yazdığım gibi Türkiye bundan sonra hedef küçültmek, kendine doğrudan zarar verebilecek tehditlere odaklanmak zorunda. PKK ve DAEŞ bu tehditlerin başında geliyor. Her iki tehditle de nasıl baş edeceğimizi, hangi ittifaklar kuracağımızı dikkatle düşünmemiz şart. Irak’ın parçalanmak üzere olduğu, Suriye’nin Rusya’nın etki alanına girdiği, Körfez ülkelerinin İsrail’den çok İran’dan korktuğu bir coğrafyada düzen kurucu, hatta koruyucu bile olmamız imkansız.

Yumuşak gücümüzün, ikna kabiliyetimizin, siyasi cazibemizin etkili olabileceği ve olduğu dönemler artık geride kaldı. Türkiye’nin model alınacağı “Arap Baharı” bitti. Libya çöktü, Yemen göçtü. Suriye ve Irak bildiğimiz Suriye ve Irak olmaktan çıktı. Kaos başladı. Biz Irak’ta olsaydık da Irak’taki olayların akışını etkileyemezdik. Böylesi bir ortamda kaba güç, para ve sınırsız imkan dahi işe yaramıyor. Her ülke kendi başına bırakılıyor, küresel tehdit olarak görülen sorunlara eğiliniyor.

Bu şartlar altında politika değiştirmek yenilgi olarak görülmemeli. Şartlar değişince siyaset de değişir. Hem de dünyanın her yerinde değişir. Değişmezse siyasetin başarıya ulaşması, ülkelerin çıkarlarını koruması mümkün olmaz. Asıl yenilgi siyaset değişmediği zaman yaşanır. Kaldı ki bu yazının ana konusu olan 1 Mart tezkeresinin TBMM’den geçmemesi de istenmeden verilmiş doğru bir karardır. Türkiye bir süre müttefiki Amerika’yı küstürmüş ama müdahalenin getireceği sorumluluğu paylaşmaktan, belki de Amerika ile daha büyük krizler yaşamaktan kurtulmuştur...