İstiklal ve istibdat arasında Akif’in derin yalnızlığı

Mehmet Akif Ersoy’u ‘milli şair’ olduğu halde bile terk etmeyen bu tekillik, tenhalık hakkında yazmak istedim. Akif, ismiyle müsemma itikaf mizaçlıydı, kendine özgün yaşadı. Topluma mal olmuş ve adeta bir gök gürültüsünü andıran bağımsızlık fikirleri, tecdid, uyanış ve silkinme arzulayan islami idealizmi, vatan millet sevgisinin koro halinde haykıran heybeti ile düşündüğünüzde… Hüznü, yalnızlığı, tenhalığı ona pek de yakıştıramazsınız, yaklaştıramazsınız değil mi... 

Oysa o, milli mücadeleyi her safhasında gönlünde kan damlayarak desteklemiş, cepheden cepheye savrulan mısralarıyla, cihadın iradesini sağlamlaştırmış bir şairdi. Yani hep kalabalıktı, hep toplumsaldı. Her zaman büyük bir sorumluluk bilinciyle bağlı olduğu milleti ve İslam Ümmeti vardı, kendi ailesinden farksız gördüğü İslam aleminin terakkisi, refahı, muktedir oluşu, adaleti temini için söyledi söyledi söyledi. Bir çağlayan gibi, durmaksızın kanayan gönlünden, Çanakkale Savaşları geçti, Süleymaniye Camii geçti, İstanbul’un yoksul semtlerinde öksüren yetimler, küfeyle yük taşıyanlar, Baytar Mektebindeki evsiz talebeler, askerdeki torununun yolunu gözleyen nineler, itiraz ettiği viraneler, isyan ettiği sefalet ve hastalıklar, umarsız efendiler, sorumsuz yöneticiler, cahil din adamları ve daha yüzlerce eleştiriler… Hepsi onun şiirindeydiler. Akif’in şiirinin kalbi vardı, o kalp Allah diye atardı. Toplumun ve ümmetin derdiyle dertlenen bir adamdı. 

Hem Meşrutiyeti hem de Cumhuriyeti gördü. Milli Mücadele’de birlikte cihad ettikleri arkadaşlarıyla, Meclis’i kurduktan sonra yolları ayrı düşmüştü. Akif, ‘’2.Grup’’tandı. İstiklal Marşı’nı yazarak ‘’Milli Şair’’ ünvanını almış olsa da, o hiçbir zaman devletin tam anlamıyla tasdik ettiği birisi olmadı. Hatta devrimler karşısındaki muhalif duruşu, onu istibdat bukağısı gibi sıktığı günlerde bile ‘milli şair’di. Akif, bu sıkıntıların peşinden Mısır’a sürgün edildiğinde de ironik bir şekilde ‘Milli Şair’di.   

*** 

Hukuk Fakültesinde Ceza Hukuku hocamız olan Ord. Prof. Sulhi Dönmezer, “Ben Mehmet Akif’in cenazesinde bulunmuş kişiyim” der, anlatırdı. Akif’in hastalığı artınca, İstanbul’a dönmüş. Son günlerini burada eş dostuyla geçirmiş. Ve fakat öldüğünü kimseye haber vermemişler. Sulhi Bey’ler tevafuken rastlamışlar cenazeye. Müteveffanın Akif olduğunu anlayınca talebeler sağdan soldan toplaşmışlar, sesli sesli ağlamaya başlamışlar. Zavallı çıplak tabuta çevre dükkanlardan buldukları bir bayrağı alelacele sarıvermişler. “Ben o kadar üzüntülü bir cenaze görmedim” derdi hocamız. 

Neydi, suçu Akif’in? O, ‘1. Grup’un aksine, İslamiyeti terakkiye mani görmüyordu. Dünyanın beklediği adalet, barış, refah ve kurtuluş reçetesinin, imandan, vicdandan, akleden kalpten geçeceğini düşünüyordu. Geleneği o da eleştiriyordu ama o geleneğin imhasını değil ihyasını, tashihini, çağ içinde yeniden düşülüp ilham alınmasını söylüyordu. 

İdealistti. Kendisine İstiklal Marşı yüzünden verilen ikramiyeyi, bile kabul etmemişti. Ailesi dışında baktığı çocuklar, desteklediği yetimler vardı. Diğer mebuslar gibi zengin olmamıştır mesela. Kışın karda bile, ince bir ceketinden başka kalın uzun palto giydiğini gören olmamıştır. Buna karşın zarifti. Fotoğraflarından ve değişik hatıralardan da anlaşılacağı üzere, şehirliydi, çehresi güzel bir İstanbul beyefendisiydi. 

Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi'nin oğlu İbrahim Sabri Bey de Mehmet Akif'le birlikte Mısır’da sürgündü. Ona şöyle dediğini anlatır İbrahim Bey; ‘’Yeminim olsun ki mecalim kalmadı; kendimi toparlayamıyorum. Bu yapılanlar bana çok ağır geldi. Perişanlığımın derecesini size şöyle anlatayım: Secde-i sehivsiz namaz kılamaz oldum. Yahu namazda dalıp gidiyorum. Zihnim öyle perişan”. 

Devrimler, yasaklar, sürgünler, idam sehpaları onu bu şekilde yalnızlaştırmış, çaresiz bırakmıştı.